Objektif olursak sanırım en etkileyici marş Marseillaise olabilir. Mireille Mathieu de sanki bunu söylemek için doğmuş. Bu vesileyle şunu söyleyebiliriz. Fransız devriminde çok az burjuvanın olduğunu veya tersten bakarsak burjuva dediklerimizin burjuva olmadığını artık biliyoruz. Demek ki burjuva devrimlerinin hası aslında (kısmen) aristokratlar + (kısmen) halk tarafından sahneye konmuş. Burjuva devrimi lafı sonradan icat edilmiş bir düşünsel tasarımdır. Esasen Fransız devriminin ihraç edilebilir bir meta olması 1830 sonrasıdır. Aynı vesileyle konunun sadece Benjamin Franklin veya Lafayette olmadığını, konunun sadece kralın bakanları Vergennes veya Maurepas da olmadığını, meselenin bir siyasi kararla Amerikan devrimini desteklemek ve oraya kaynak akıtırken batıp meclisi toplamak zorunda kalmaya indirgenemeyeceğini belirtmek lazım. Ne kadar da Cromwell devriminin başlangıcına benziyor; vergi ve yurttaşlar ve orta köylülüğün isyanı. Taşra isyanlarında Amerikan kolonilerinin İngiltere'ye karşı savaşından dönenlerin rolü büyüktür. Keza bu vesileyle Nazi yükselişinde Protestan köylülüğün rolünü hatırlatmak isterim. Öyle veya böyle: Amerikan Devrimi Fransız Devrimi'nin çok önemli bir etkenidir. Ancak ikisinde de eser miktarda ‘burjuva’ vardır. Hele hele burjuvazinin baş aktör oluşu olsa olsa mittir.
Neden İngiltere kraliyet prensleri orduda bazen uzun yıllar savaş/helikopter pilotu olarak vb. hizmet veriyor? Sempatik olsunlar veya örnek olsunlar diye değil ki basının ‘prensin Afganistan’da ne işi var?’ dediği bile oluyordu. Nedenler tarihsel, hukuksal, hümanist, teolojik. O kadar ki normal olarak başkomutan olan ve savaşa bizzat katılması beklenen – sus le peril de votre vie- kralın evinde kalarak ad honorem Dei çocuklarını yetiştirmek ve orduları hazırlaması, hayatını riske atmaması gerektiği MS 1300 gibi erken bir tarihte öne sürülebilmiştir. Aynı tarihte kralın bizzat savaşması ve gerekirse ölmesi –pro patria mori- gerektiğini söyleyen klasik görüş de tedavüldeydi. Elbette soylular her iki görüşe göre de bizzat savaşacaklardır; savaşmama ayrıcalığı sadece kral içindir. Kantorowicz Justinianus veya Pers kralı üzerinden modellenen ‘yeni (Hristiyan) kral’ imgesinin hiç seyahat etmeyen, hiç eylem yapmayan ama kurduğu enformasyon ağı sayesinde ‘her şeyi gören her şeyi duyan’ bir nevi “Tanrı’nın karşı tipi” olduğunun altını çizer. Hatta o dönemde Charles V’in, non obstant n’y alast en personne, eski kralların kılıç elde kaybettiklerini kendisi bizzat savaşmadan kazandığının yazıldığını da ekler. ‘Yeni kral’ Tanrı ve vatan için kendisini tehlikeye atan, kılıcıyla saygı uyandıran bir kral olmayacak, savaşmayacak, eylem yapmayacak, evinde oturacak ve oradan subayları/memurları aracılığıyla yönetecektir. Diğer tüm soylular savaşacaktır çünkü patria soylulara ve sonra da burjuvaziye aittir. Patria tabii, bir arazi değil.
Robert Darnton Büyük Kedi Katliamı isimli çalışmasında –kitabın adı yanıltıcı sayılabilir çünkü kedi katliamı küçük bir bölümünü oluşturuyor- kültür tarihinin erken dönem yöntemsel girdilerinin bir kısmını net biçimde formül ediyor. “Rousseau’yu okurlarının gözüyle okumak” veya 18. Yüzyıl Parisi’inde entelektüelleri “polislerin gözünden görmek” ya da “eski malzemelerle ilgili yeni sorular sormak her zaman mümkündür” gibi düşünülebilir. Veya okumak nedir ve insanlar hep bugünkü gibi mi (kitap, dergi, ezgi vs.) okuyorlardı gibi bakılabilir. Kitabın dördüncü bölümünde yer alan 1768 Montpellier’sinde “burjuva” arayıp pek de bulamamak –ya da “burjuva” o gün ne anlam ifade diyordu- da keza hoş bir dokunuştur. Kesinlikle tipik bir köylü veya tipik bir burjuva –sınıfının ortalaması, yoğunlaşmış ifadesi- bulmayı ummamalıyız. Ancak bu eski tarihli bir sosyal tarih eleştirisi çünkü artık zaten ummuyoruz. Bir ihtimal kitabın dayandığı 1968-78 arası ders notlarında yer bulmuş olan –ama 1980’lerin başında da eklenmiş olabilir- bu ‘dokunuşu’ hem sosyal tarihçiliğe hem de doğrudan Marksizm’e bir eleştiri olarak düşünmek lazım. Kültür tarihçiliği –ve uzantısı olan gündelik zaman tarihçiliği- o günden beri müktesebata girecek kadar geliştiği için özel bir yer vermiyoruz. Keza tarihsel malzemeyi ele alırken yer altı edebiyatının –burada yazılı edebiyat ama olmayabilir; kısmen madun edebiyatı veya letteratura subalterna anlamına geliyor- yüksek fikirler, felsefi sorgulamalar kadar açıklayıcı olabileceği tezi de öyle yeni bir tez değil artık –ki mesele Gramsci’ye kadar gidiyor. Elbette artık müktesebatın bir parçası sayılıyor.
Büyük devrimciler harekete geçirmek istedikleri kalabalıklardan her zaman çekinmişlerdir. ABD’nin “kurucu babalarından” Alexander Hamilton New York’ta kraliyet (İngiltere) taraftarlarının evlerini yağmalamaya kalkışan Sons of Liberty üyelerini bizzat engellemişti. Sons of Liberty, bağımsızlık konusundaki tavizsizliği, işçi sınıfı kökenine dayanan militan ve lider kadrosu –Alexander McDougall ve Isaac Sears- nedeniyle tüm milliyetçiler tarafından onaylanmayan ve korku yayabilen bir hareketti. Amerikan devriminin çoğu liderinin “ayak takımının aşırılıkları” konusunda hayli duyarlı olduğunu ifade etmek gerekir. Sears’ın “sokakların kralı” takma ismine rağmen Batı Hint adaları ticaretinden ve Fransızlarla ve Kızılderililerle yapılan savaştan küçük bir servet edinerek döndüğü ifade ediliyor. Sons of Liberty sadece New York’da örgütlü değildi, hatta esas olarak Massachusetts’de güçlüydü. George Washington’dan sonra ABD’nin ikinci başkanı olacak John Adams’ın –ki oğlu John Quincy Adams da ABD’nin altıncı başkanı olmuştur- kuzeni, 1780’e kadar etkili isim Samuel Adams Boston’da bu örgütü destekliyordu. John Adams çok önceden de halkın gerçek erdemden uzak halinin farkındaydı.
Demek ki burjuva devrimleri burjuvazinin baş aktörlüğünde gerçekleşmemiş olup aristokrasinin bir bölümünün –centilmenlerin- halkın bir bölümüyle ortaklığının sonucudur. Burjuvazinin işi siyasal devrimler yapmak olmamıştır: ticaret, sanayi, teknolojik ilerleme olmuştur.