KORGÜN ŞENGÜN - ORGANİK KİMYACILAR DERNEĞİ KURUCU BAŞKANI
Yaratıcı yıkımın anatomisi
2025 Nobel Ekonomi Ödülü (Sveriges Riksbank Prize in Economic Sciences in Memory of Alfred Nobel) Joel Mokyr, Philippe Aghion ve Peter Howitt arasında paylaştırıldı.
Komite, ödülün gerekçesini şu cümleyle özetledi:
“Teknolojik ilerlemenin sürdürülebilir ekonomik büyümeyi nasıl mümkün kıldığını açıklayan öncü çalışmalarından dolayı.”
Bu üç isim, farklı disiplinlerden gelseler de ortak bir noktada buluşuyor: Yenilik yalnızca yeni bir fikir değil, ekonomik büyümenin motorudur. Aghion ve Howitt, 1990’larda geliştirdikleri “yaratıcı yıkım modeli” ile teknolojik ilerlemenin nasıl içsel (endojen) bir büyüme mekanizması oluşturduğunu matematiksel olarak gösterdiler. Tarihçi-ekonomist Mokyr ise bu sürecin arkasındaki bilgi kültürü, kurumsal yapı ve toplumsal zihniyeti anlamamızı sağladı.
Nobel Ekonomi Ödülü, çoğu kişinin sandığı gibi o yıl yazılan bir makaleye ya da güncel bir keşfe verilmez. Bu ödül, on yıllara yayılan araştırmaların, düşünsel tutarlılığın ve bilimsel mirasın birikimi sonucu verilir. Bir bakıma Nobel, “akademik sabrın” ödülüdür: Bir fikri ortaya atıp hemen sonuç almak değil, yıllar boyunca bu fikrin ekonomik düşünceyi nasıl dönüştürdüğünü izlemek gerekir.
Aghion & Howitt’in 1992 tarihli A Model of Growth Through Creative Destruction makalesi ve onu izleyen çalışmalar, bugün hâlâ kalkınma politikalarının ve büyüme teorilerinin temel referansıdır. Joel Mokyr’in The Gifts of Athena ve Culture of Growth kitapları ise, ekonomik büyümeyi sadece sermaye ve emek üzerinden değil, bilginin yayılımı ve kültürel açıklık üzerinden okuyan yepyeni bir paradigma oluşturmuştur.
Teknolojiyi dönüştürmek bir lambanın düğmesini açıp kapatmak gibi değildir. Tıpkı taş devrinden sonra gelen Tunç Çağı insanlarının o çağ değişimini fark edememesi gibi, bugünün sanayicisi de kendi çağ değişiminin tam ortasında yaşadığını çoğu zaman anlayamaz. Dolayısıyla “eskiyi koruma refleksi” her zaman gericilik değildir — çoğu zaman mevcudu sürdürme içgüdüsüdür.
Mokyr’e göre ekonomik büyümenin motoru yalnızca “nasıl yapılır” (know-how) değil, “neden çalışır” (know-why) bilgisidir. Bu fark, ülkeler arasındaki gelişmişlik farklarını açıklamada belirleyici olmuştur. Bugün Türkiye sanayisi üretmeyi biliyor ama neden ürettiğini ve nasıl daha iyisini yapabileceğini sorgulamakta zorlanıyor. Yani bizde know-how çok, know-why az.
Türkiye 40 yıldır üretim kapasitesini artırıyor ama teknolojik olarak hâlâ orta-düşük segmentte sıkışmış durumda. Sorun, üretim yapmakta değil; yenilik üretememekte. Çünkü Türkiye’de teknoloji döngüsü genellikle dışsal çalışıyor. AR-GE harcamaları düşük, üniversite-sanayi işbirliği zayıf, teknoloji ithali güçlü. Sonuçta sistem, “eskiyi yaşatmaya çalışan ama yeniyi doğuramayan” bir yapıya bürünüyor.
Nobel’in Türkiye’ye üç mesajı var: Yeniliği sistemin merkezine koymak, eskiyi koruma refleksini terk etmek ve bilgi altyapısını güçlendirmek. Türkiye, üretim yapan ama yenilik üretmeyen bir ekonomi. Nobel’in mesajı açık: Yenilik dışarıdan satın alınamaz; içeriden doğar.
Yıkımın gerçeği
Stokholm’deki tören salonu her zamanki gibi sade, ama atmosfer olağanüstüydü. Nobel Komitesi, 2025 Ekonomi Ödülü’nü üç isme verdiğinde, salonda tek bir tema yankılandı: yenilik. Joel Mokyr, Philippe Aghion ve Peter Howitt, teknolojik ilerlemenin ekonomik büyümenin kalbinde nasıl yer aldığını açıklayan çalışmalarla ödüllendirildiler.
Aslında bu ödül, neredeyse bir yüzyıl önce atılmış bir fikrin, Joseph Schumpeter’in “yaratıcı yıkım” kavramının, resmi tescili gibiydi. Schumpeter’in 1942’de yazdığı o meşhur cümle, bir kez daha sahneye çıktı: “Kapitalizmin kalbi, sürekli devrimdir. Eskiyi yıkar, yeniyi yaratır.”
Bu sözün modern versiyonunu Aghion–Howitt matematiğe dökmüş, Mokyr ise tarih boyunca bu döngünün bilgiyle nasıl beslendiğini anlatmıştı. Yani büyüme, birikimle değil, yaratıcı bir yok etme süreciyle gerçekleşiyordu. Her yenilik bir öncekini hükümsüz kılıyor, her ilerleme bir kaybı beraberinde getiriyordu.
Bu, Nobel’in bize anlattığı felsefedir. Teknolojik ilerleme bir düğmeye basmak değil; bir evrimi, bir yıkımı ve bir yeniden doğuşu aynı anda yaşamaktır. Ama bu teori — yani yaratıcı yıkımın evrenselliği — her toplumda aynı şekilde işlemez. Çünkü bu sürecin yakıtı yenilikse, amortisörü kurumdur. Arabanın kendisi ise toplumun üretim düzenidir — motoru özel sektör, direksiyonu devlettir. Yakıt fazla ama amortisör zayıfsa, araba hızla sarsılır; direksiyon zayıfsa, hız felakete dönüşür. Türkiye’nin hikâyesi, tam da bu dengesizlikte gizlidir.
Yaratıcı yıkım, teoride masumdur. Bir makine ölür, yerine daha verimlisi gelir. Bir ürün biter, yenisi piyasaya çıkar. Ancak bu denklemde bir değişken eksiktir: insan. Gelişmiş ekonomilerde yıkımın bedelini çoğu zaman devlet taşır; sosyal ağlar, yeniden eğitim sistemleri, fonlar, kredi mekanizmaları o geçişi yumuşatır. Ama Türkiye gibi ülkelerde o yıkımın altında kalan, genellikle gerçek insanlardır — çalışan, üretici, küçük sanayici, tedarikçi. Yani bizde “yaratıcı yıkım” değil, “yaratıcı yıkıntı” yaşanır.
Türkiye 1980’lerden bu yana bu sürecin içinde. Ama bizde yıkımın biçimi sektörler arasında değil, teknolojinin kendi içinde yaşandı. Her teknolojik sıçrama, bir öncekini tarihe gömdü: analog fotoğraf dijitale, basılı medya internete, uydu yayıncılığı OTT platformlara, DVD’ler streaming’e, fiziksel mağazalar e-ticarete, tuşlu telefonlar akıllı telefona, sunucu odaları buluta, klasik bankacılık fintech’e, sipariş hatları uygulamalara dönüştü.
Bu örneklerde yıkım “bir sektörün diğerini öldürmesi” değil, teknolojinin kendi geçmişini yok etmesi şeklinde yaşandı. Fakat bizde bu dönüşümün kazananları sınırlı, kaybedenleri çok oldu. Çünkü sistem, yıkımın hızına yetişecek kurumsal amortisörü kuramadı.
Yeni teknoloji dalgası çoğu zaman eğitim, finans ve hukuk altyapımızın önünde koşuyor. Bu da bir boşluk ekonomisi yaratıyor. Boşluk, rekabet değil; eşitsizlik üretiyor: kazanan birkaç sermaye grubu, kaybeden milyonlarca küçük işletme. Bu yüzden gelişmemiş ekonomilerde yıkım farkı kapatmaz — farkı büyütür. Geride kalan daha da geride kalır. Ve o noktadan sonra “yenilik” artık bir fırsat değil, bir tehdit haline gelir.
Türkiye’nin asıl sorusu şu: Neden yeniliği başlatan değil, uygulayan oluyoruz? Bu sorunun cevabı yalnızca Ar-Ge bütçelerinde değil, zihniyette gizli. Çünkü biz yeniliği hâlâ bir risk olarak görüyoruz. Başarısız olanın yeniden denemesi desteklenmiyor; sistem, “yanılma”yı cezalandırıyor. Oysa Schumpeter’in dünyasında inovasyon, yanılma hakkının kutsanmasıyla doğar. Bizde inovasyon çoğu zaman ithal bir reçete gibidir; teknolojiyi, lisansı, markayı satın alırız ama fikri sahiplenmeyiz. Yani yıkım bize ithal, yaratıcılık bize ait değildir.
Schumpeter yanılmadı: yaratıcı yıkım kapitalizmin doğasında vardır. Ama o doğa, kurumsal ve sosyal zemini güçlü ülkelerde işler. Bizde ise o zemin eksik: bilgi kültürü zayıf, hukuk yavaş, eğitim kırılgan, sermaye sabırsız. Bu ortamda yıkım yaratıcı değil, yıpratıcı olur. Sorun teoride değil; altyapıda.
Türkiye 40 yıldır “yaratıcı yıkım”ı yaşıyor ama hep yıkım tarafında kalıyor. Her sanayi dalgasında kazanan az, kaybeden çok oldu. Geride üretmeyi bilen ama yeniliğe güvenemeyen bir ekonomi kaldı. Yıkım, gelişmenin doğasında var. Ama bu topraklarda o yıkımın yaratıcıya dönüşebilmesi için önce yeniliğe güven inşa edilmeli. Çünkü bazen bir ülke, makinelerini değil, cesaretini modernleştirmedikçe kalkınamaz.