Yıl sonu bütçeleri ve zamlar
Yıl sonu geldiğinde çoğumuz neredeyse aynı sahnenin içine giriyoruz. Takvimler doluyor, toplantılar sıklaşıyor ve daha ilk dakikalardan itibaren bazı başlıkların diğerlerinden daha fazla konuşulacağı belli oluyor. Yıl sonu bütçeleri denince, masanın etrafındaki herkesin zihninde ilk canlanan konu genellikle aynı: personel zamları. Özellikle de asgari ücret.
Çünkü bu başlık artık sadece bir bütçe kalemi değil. Çalışanlar açısından sabırların zorlandığı, beklentilerin biriktiği ve belirsizliğin günlük hayata doğrudan temas ettiği bir noktaya gelmiş durumda. Zam konuşmaları bu yüzden sadece rakamlarla değil, duygularla da yapılıyor.
İşveren tarafında ise tablo en az bunun kadar karmaşık. Ekonomik daralma, artan belirsizlikler ve yapay zekânın yarattığı verimlilik baskısı, insan kaynağını tuhaf bir ikilemin içine sıkıştırıyor. Bir yanda “en değerli varlığımız” dediğimiz çalışanlar var; diğer yanda bütçeyi dengelemenin en hızlı ve en görünür yolu olarak yine onlar duruyor. Bu çelişki, yıl sonu bütçelerinde yükü aşağıya doğru yönetme refleksini neredeyse otomatik hâle getiriyor.
Sonuçta ortaya çıkan tablo ise fazlasıyla tanıdık. Asgari ücret ve çalışan maaşları uzun uzun, defalarca ve detay detay tartışılıyor. Buna karşılık C-level ücretleri, üst seviye yan haklar ya da stratejik maliyetler çoğu zaman daha sessiz, daha kısa ve daha az sorgulanarak geçiliyor. Sanki bazı rakamlar ne kadar büyük olursa olsun, konuşulması o kadar zorlaşıyor.
Tam da bu noktada Morgan Housel’ın oldukça çarpıcı bir gözlemi devreye giriyor.
Housel, The Art of Spending kitabında bir komiteden bahseder. Komite, 10 milyon dolarlık bir nükleer reaktör yatırımını neredeyse hiç tartışmadan onaylar. Masada ciddi bir çekince yoktur; sorular sınırlıdır. Ancak konu çalışan başına 20 dolarlık bir ikram harcamasına geldiğinde tablo değişir. Toplantı uzar, fikirler çoğalır, herkesin mutlaka söyleyecek bir sözü vardır.
Sebep aslında çok basittir; hatta rahatsız edici derecede tanıdıktır. Nükleer enerji, kimsenin gündelik hayatında birebir deneyimlediği bir alan değildir. Bu yüzden bu başlıkta sessiz kalmak güvenlidir. Kimse hata yapmış olmaz, kimse sorumluluk almaz.
Ama ikram harcaması öyle değildir. Herkesin hayatına dokunur. Herkesin bir fikri, bir deneyimi ve mutlaka bir yorumu vardır. Konu ne kadar küçükse, söz söylemek de o kadar kolaylaşır. İşte tam bu noktada Morgan Housel meseleyi tek bir cümlede çerçeveler:
“The amount of attention a problem gets is the inverse of its importance.”
Yani bir konu ne kadar çok tartışılıyorsa, çoğu zaman o kadar önemsizdir.
Şirket bütçelerinde de benzer bir psikolojiyle hareket ederiz. Küçük, görünür ve herkesin birebir deneyimlediği harcamalar hemen mercek altına alınır. Bu kalemler üzerinden konuşmak kolaydır; aynı zamanda “bütçeye sahip çıkıyorum” demenin de risksiz bir yoludur. Buna karşılık, daha büyük, daha karmaşık ve sonuçları zamana yayılan kararlar çoğu zaman daha az sorgulanır. Çünkü bu kararlar konuşuldukça sorumluluk da büyür.
Harcamalarda korku, yatırımlarda umut var
İşin ilginç yanı şu ki, bu durum bütçede ikinci bir çelişkiyi de beraberinde getirir: Harcamalara karşı fazlasıyla kötümser, yatırımlara karşı ise şaşırtıcı derecede iyimser oluruz.
Personel zamları, ofis giderleri ya da günlük operasyonel harcamalar gündeme geldiğinde en kötü senaryolar hızla masaya gelir. “Bunu sürdürebilir miyiz?”, “Bir noktada kontrolden çıkar mı?” gibi sorular havada uçuşur. Çünkü bu maliyetler nettir; bugüne aittir ve oldukça gerçektir. Etkisi hemen hissedilir, geri dönüşü yoktur.
Ama konu büyük yatırımlara geldiğinde ton belirgin şekilde değişir. Dijital dönüşüm projeleri, yapay zekâ yatırımları ya da yeni iş alanları genellikle daha iyimser varsayımlar eşliğinde ele alınır. Riskler daha soyut kalır, getiriler ise daha parlak ve heyecan verici görünür. “Zaten yapmazsak geri kalırız” cümlesi, pek çok zor sorunun önüne set çeker.
Morgan Housel’ın da işaret ettiği gibi, insanlar harcamalarda bugünü; yatırımlarda ise hayal ettikleri yarını fiyatlar. Bu yaklaşım bütçede rasyonel bir denge yaratmak yerine, fark edilmesi zor ama etkisi büyük bir psikolojik asimetri üretir.
Tüm bu tabloya birlikte baktığımızda ortak bir nokta daha net görünür: Bütçede dikkatimizi en çok etki yaratan alanlara değil, en rahat konuşabildiğimiz konulara veriyoruz. En çok tartışılan kalemler çoğu zaman en küçük olanlar olurken, en büyük kararlar sessizce geçip gider.
Bu yüzden yıl sonu bütçeleri yalnızca rakamların değil, aynı zamanda karar alma cesaretimizin de bir aynasıdır. Asıl risk, çoğu zaman en az konuşulan yerlerde birikir.
Keşke kendimize şu soruyu sorabilsek;
Gerçekten en önemli konuları mı tartışıyoruz, yoksa tartışması en kolay olanlara mı takılıp kalıyoruz?
Çünkü gerçek bütçe disiplini, küçük harcamaları kısmaktan çok daha fazlasıdır. Asıl mesele, büyük kararların sorumluluğunu alabilmektir.
