Güney Amerika’nın dünyamıza armağan ettiği büyük yazar, usta anlatıcı Gabriel Garcia Marquez’in öz yaşamından kesitler paylaştığı kitabının adı: “Anlatmak İçin Yaşamak”.
Anlatmak insan doğasının temel ihtiyacı, insanlık binlerce yıllık yolculuğunun önemli bölümünü “sözel anlatımla” aşmış, yazılı anlatım" kalıcılığa taşımıştır. Ong’un kavramlaştırdığı “ikinci sözel kültür” aşamasından geçtiğimiz bugünlerde, söze anlatım tadı ekleyerek kitlelere ulaşmak çok değişik beceriler gerektiriyor. Günümüzde sözel anlatım geleneğinin yaratıcı ustaları arasında, yazılı ve görsel iletişim olanaklarının baskılarına direnebilenlerin sayısı bir hayli azaldı. Sunay Akın, ülkemizde sözlü anlatımla yazılı ve görsel anlatımın sentezini sürdüren az sayıdaki insanlarımızdan biri.
Gelecekte kültürümüzü nasıl canlı ve diri tutabiliriz? Bu sorunun yanıtını almak için Sunay Akın’la İstanbul Oyuncak Müzesi’nde birlikteyiz. Anlatmak için yaşayan bir ustanın düşüncelerini okuyucularımızla paylaşacağız.
Söyleşi öncesinde zihnimizde belirginleşen soruları yöneltiyoruz. Oyuncak bireysel becerilerin gelişmesi, toplumsal hafızanın oluşmasında önemli bir araç. Siz, oyuncak müzesi ile bir hafıza merkezi oluşturdunuz, önemli deneyim ve birikimleriniz oluştu. Öncelikle, “Oyuncak ile insan ilişkisinin tarihsel süreçte nasıl geliştiğini değerlendirebilir misiniz?” Sonra, “Oyuncak öğretmenin ve öğrenmenin araçlarından biri; bu ilişkinin nasıl bir gelişme gösterdiğine ilişkin yorumlarınızı alabilir miyiz?” Bir başka yönüyle, “Teknolojinin nitelik ve niceliğindeki köklü, hızlı değişimlerin insan-oyuncak etkileşimini nereye götürdüğünü; uyum sağlamak için neler yapmamız gerektiğini anlatabilir misiniz?” ve “Geleceği inşa etmek için oyuncak sektörünün fırsat ve tehlikelerini belirleyen eğilimlerin neler olduğunu paylaşabilir miyiz?”
Müzeciliğin anlamı
Halkımızın anlatımıyla “su gibi akan” cümleleri birbirini izliyor Akın’ın: “Öncelikle, müzeciliğin anlamı ve önemini anlatmak isterim: Mustafa Kemal Atatürk, Sakarya Cephesi’ne gitmeden önce Ankara’da kalmış olduğu gardaki direksiyon binasında Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne sunulmak üzere getirttiği bir teklifnameyi imzalar ve ondan sonra yola çıkar. Ortada hiçbir şey yokken, daha kazanılmış bir şey yokken ve savaş, açlık, kıtlık her yerde Anadolu insanını ezerken, imzalanan teklifname neyle ilgili biliyor musunuz?” Sorunun yanıtını bilmediğimizi gözlerimize yansıyan şaşkınlıktan anlayan usta anlatıcı diyor ki: Ankara’da bir etnografya müzesi kurulması. Birkaç saniye duraksadıktan sonra, anlatımının heyecan dozunu yükselterek sürdürüyor: “Bu çok önemli bir husus. Daha zaferin kazanılacağı bile belli değilken bir müze kurulma kararının alınmasının arkasındaki düşünce şu: Müzeler toplumların hafızasıdır. Bu gerçeği anlayamayan ülkeler alzheimer olur. Yani ekonomi yönüyle, demokrasi yönüyle, adalet yönüyle, eğitim ve sağlık yönüyle daha çok gelişmiş olan, daha ileride olan ülkeler önce bu değerleri ortaya çıkarıp, sonra da müzelerini kurmuşlardır. Müzelerini kurdular ki, her adımı bilgi dolu olan o müzelerin koridorlarından nesillerini geçirerek az önce saydığımız değerlerin oluşmasını ve olgunlaşmasını ve çoğaltılmasını güven altına alabilsinler. Bir toplumun gelişip gelişmediğinin göstergesi müzelerdir. Çünkü müzeler bilgi toplumu olmanın en önemli adımıdır.” Oturduğu koltuktan aniden uçup gidecekmiş hissine kapılıyoruz. Bu yürekten inanmışlığın sözcüklere yansıması meraklarımızı kanatlandırıyor. Atatürk ’ün düşüncelerini besleyen dünya görüşü ve uygarlık tasavvurunun arka planını birkaç cümleyle zihinlerimize perçinliyor: “M. Kemal Atatürk’ün ne kadar ileri görüşlü olduğunun bundan daha önemli kanıtı ne olabilir? Daha yeni bir devlet kurulmadan ülkesinin hafızasını oluşturmak için müzesini kuran kurum TBMM ve önderi M. Kemal Atatürk! TBMM, Türkiye Cumhuriyeti’ni ilan etmeden önce müze kurma kararı alıyor.”
Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli
Çayından birkaç yudum aldıktan sonra, bir ekonomi gazetesinin söyleşi yapma odağına getiriyor sözü Sunay Akın. Hareket noktası yine Atatürk. Diyor ki, “Atatürk’ün şu sözü çok önemlidir; sakın unutmayalım: Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli ‘ekonomidir’ demedi; Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli ‘kültürdür’ dedi. Kültürü öne çıkaran, yapılanmasını kültür üzerine kuran bir ülkeden sağlıklı bir adalet, eğitim, sağlık politikaları yükselebilir.”
Söyleşinin bir ekonomi gazetesinde yer alacağını anımsatarak, “ O ki EKONOMİ gazetesindeyiz. Ben size ekonomiyi anlatayım mı?” diyor.
Ne anlatacağı merakımızı iyice alevlendiriyor. Su gibi akan sözcükleriyle oluşturduğu cümlelerini sıralıyor: “Ekonomi. 1936 yılında çıkan Bayrak Kanunu’nun ilk maddesidir. ‘Bayrak Kanunu ile ekonominin ne ilgisi var?’ sorusu akla gelebilir. Ben de Türkiye ekonomisi neden hâlâ yerlerde sürünüyor; işte bu bağlantının kurulamamasındandır, derim.”
Zihni modelinin temel varsayımları, modelin ürettiği deneylerin ve deneyimlerin merkezinde hep kültürel kavrayış var. Anlatımında Atatürk’ün kültür konusundaki düşünce ve uygulamalarını öne çıkarmasının nedenleri üzerinde duruyor:” Doktora gideriz de, doktor kanımızı analiz ettirir, kandaki değerlere bakarak vücutta neler eksik olduğunu söyler ya… Atatürk de ekonominin ne olduğunu kültürde arar… Nedir o kültür?
Bayrak Kanunu 1936’da çıkmış. Birinci maddesi ekonomiyle ilgili. Biz o yılı düşünelim: 1936 yılında Mustafa Kemal Atatürk ‘Geometri’ kitabını yazıyor. Geometrideki bütün terimleri Türkçeleştiriyor ve aynı yıl hilâl ve yıldızın bayrak üzerinde nasıl yerleşeceğini tasarlıyor ve hesaplıyor. Ve ilk madde şu: Hilâl ve yıldız Ankara’nın tiftik keçilerinin kıllarından üretilen kumaşların üstüne işlenerek bayrak yapılacak. Şimdi burada neyi görüyoruz? Kültürü iyi anlayamazsak, kültür politikalarını iyi oluşturamayız; ekonomi, adalet, sağlık ve eğitimi sağlıklı temeller üzerine kuramayız .”
Kültürün yaratılması, geliştirilmesi ve çoğaltılmasının toplumsal kalkınmadaki ağırlıklı etkisini kanıta dayalı anlatıyor. Ve sözü insanımızın günlük yaşamındaki ilgi alanlarına getiriyor : “Ben size bir de şunu söyleyeceğim” diye söze başlayarak, “Bir Alman sabah uyandığında parası ne kadar değer kazandı ya da kaybetti diye telaşlanmaz değil mi? Hiçbir Alman’ın böyle bir kaygısı yoktur. Ama bugün Türkiye’de uyanan herkes, Euro’nun kazandığı değerin telaşı içindedir. Neden? Soruyu buradan sorarsak, insan üzerinden sorarsak neden kaynaklandığını da buluruz. Çünkü bir Alman ülkesinde her gün bir müzeye giderse, ömrünün 16 yılını sokağa çıkamadan yaşamak zorundadır. Bugün ABD’de uyanan insanın da neden böyle bir telaş yaşamadığını da söyleyeyim mi? Washington Parlamento Kütüphanesi!.. Raflarının uzunluğu 1200 kilometre! Yani, Edirne’den giriyor, Van’dan çıkıyor. Daha da önemlisi ABD’de bir tane kütüphane yok; çok sayıda iyi donanımlı kütüphane var! Şimdi biraz daha anlaşıldı mı?” diye soruyor.
Çayından bir yudum alıyor ve o an annesiyle oyuncak müzesine gelen çocukla ilgileniyor. Birlikte fotoğraf çektiriyorlar. Oturduğumuz masaya dönünce, bilginin ne denli büyük güç olduğunu anlatıyor: “Ekonominin niteliğini de niceliğini de belirleyen budur. Çünkü kütüphaneler, müzeler insanlığın hafızasıdır, belleğidir. ABD’de, Almanya’da yaşayanların Türk lirasının değerinden dolayı telaşlanmamasının nedeni budur. Ekonomi budur. Bilginin en büyük güç olduğu gerçeğini anlayamayan ülkelerin, ne güçlü bir adalet sistemi olabilir, ne ekonomisi, ne sağlık sistemi, ne eğitim sistemi, ne sağlık ne de çevre politikası olabilir! Bu yüzden ABD’ deki kütüphanenin raflarının uzunluğunu söylüyorum. Almanya’daki müzeleri hatırlatıyorum. Louvre müzesinde sergilenen her eserin önünden geçerken ne kadar yol yürüyorsun? Söyleyelim, 12 kilometre!.. Her adımı bilgi, ışık ile donatılmış. Oradan geçince doktora yapmış kadar oluyorsun!”
Oyuncaklar envantere “minyatür” olarak kaydedilmiş
Söyleşi yaparken, toplumların asıl geleceği olan çocukları, onların oyuncaklarını konuşmamak olmaz. Söyleşiye başlarken oyuncak- öğrenme ilişkisini, oyuncakların tarihsel süreç içinde nasıl gelişme gösterdiğini öğrenmek istediğimizi paylaştık. Söze arkeolojik buluşlardan başlıyor, kültür insanımız ve birbirinden ilginç saptamalarını paylaşıyor: “Pek çok arkeolojik çalışmada oyuncaklar, envantere “minyatür” olarak kaydedilmiş. Ben bunu değerli arkeolog Haluk Abbasoğlu’na sormuştum: Üniversitelerin arkeoloji bölümünde oyuncak üzerine bir tez çalışması olup olmadığını merak ettiğimi söylemiştim. Duyunca çok şaşırmıştı. Sonra da Haluk Hoca bir öğrencisine bunu yaptırdı. Bugün artık böyle çalışmalar var. Şunu demek istiyorum: İstanbul Oyuncak Müzesi ile oyuncağa bakıştaki derinlik de arttı. Arkeolojik oyuncakların dışında bazı şeyleri görüyoruz. Neyi görüyoruz? Ateş arabalarını, bebekleri görüyoruz, hatta kolları bacakları olmayan bebekleri görüyoruz. Size çok daha ilginç bir şey söyleyeceğim: Bu, anne- baba ve çocuk arasındaki ilişkidir; arkeolojiden daha da gerilere gidelim. Roma Dönemi, Mısır Dönemi, daha da eskiye prehistorya ya gidelim, mağara duvarlarındaki resimlere bakalım. Bu mağara resimlerinde genellikle av sahnelerini görürüz. Hayvanlar ve insanlar. Ama bir mağarada öyle bir resim var ki, çok şaşırtıcıdır. Bir anne, çocuğunu havaya zıplatıyor. Hani anne- babalar çocuklarını havaya zıplatır ya!.. Düşünün, mağara insanı da aynı duyguyu taşımış, aynı tercihi yapmış. Çocuk ve insan tarihinin en eski belgelerinden biri olan bu mağara resmi nerde biliyor musunuz? Bafa Gölü yakınındaki bir mağarada. Yani Türkiye’de, ülkemizde. Bu ülke ne kadar zengin bir ülke farkında mıyız? Bu varlıkla neler kurulur, neler yapılır, nasıl kültür politikaları geliştirilir; farkında mıyız?”
Her usta anlatıcı gibi Sunay Akın da konunun “merkez düşüncesini” hep diri tutuyor. Sözü insan ve oyuncak bağlamından koparmadan bilgilendirmesini sürdürüyor: “Gerçek anlamda oyuncak, tarihin çok yakın dönemlerini kapsıyor. Çok gerilerde değil, 1800’lü yılların ortalarında oyuncaklardaki çeşitlilik, renklilik ve üretkenlik artıyor. Bunu da tıp biliminin gelişmesine borçluyuz. Çünkü yaklaşık 200 yıl öncesine kadar çocuk ölümleri öylesine fazlaydı ki, çocuğun yaşayıp yaşamayacağı bile belli değildi. Hayatta kalıp kalamayacağı belli olmayan, neredeyse beş çocuktan üçünün öldüğü koşulların geçerli olduğu bir durum var. Ne zaman ki hekimler koruyucu aşıları buldular, ondan sonra gözler çocukların üzerine çevrildi. Çocuğun sağlığını koruyan, hayatta kalmasını sağlayan koruyucu aşılardan sonra oyuncak ve çocuk kıyafetlerinin ortaya çıktığını, gelişmesinin hızlandığını gözlemliyoruz. Çocuk odaları, çocuk mobilyaları ve oyuncaklar birbirini izledi. Bakın 200 yıl öncesinde çocuk giysileri büyüklerin giysileriyle aynı. Çocuklar büyük insanlar gibi çiziliyor ressamlar tarafından. Kısacası oyuncaklar, çocukları koruyan aşılardan sonra çeşitlendi; çocuk gelişimindeki önemi ortaya çıktı. Çocuklar sağlıklı bir varlığa dönüşünce, ondan sonra onun gelişim süreci pedagoji dediğimiz bilimi geliştirdi.
Demokrasi sorunlarımızı nasıl aşarız?
Oturduğu sandalyeye iyice yaslanıyor Sunay Akın. Işıl ışıl gözlerinde yansıyan heyecanlı anlatımı bizi sarıp sarmalıyor. Sözü “demokrasi” konusuna getiriyor; diyor ki: “Şimdi bugün demokrasi en büyük sorunumuz. Demokrasi nedir? Farklı enstrümanlarla bir orkestra kurmak. Ama, mesele şu: Orkestrayı oluşturduğunuz insanlar nota bilmeli. Nota bilmeyenlerden orkestra kurarsanız oradan sağlıklı bir beste beklemeyin!” Demokrasi, çok odaklılık, çok kültürlülük, çok seslilik ve aynı zamanda ahenk içinde gelişmenin yollarından biri. Bu konuyu Atatürk’ün kavrayışını bir örnekle paylaşıyor Akın: “Atatürk, Osmanlı döneminde şehirden uzak bir yerde arkadaşlarını topluyor. Arkadaşlarına tembihliyor. ‘Gelirken birbirinizle selamlaşmayın, birlikte yürümeyin, aynı yere gittiğinizi belli etmeyin’. Yaptığı gizli toplantının birinde diyor ki, ‘Arkadaşlar, zamanı geldi: Oligarşiye karşı meşrutiyeti ilan etmeliyiz. Sarayın tek adamlığına karşı, hâkimiyet milletin olacak. Bu gizli gizli buluşulan yere de bir ad koyuyor: Fikirtepe!” Bilmeyen insanın şaşkınlığını yansıtan bir soru yöneltiyoruz: Bildiğimiz Fikirtepe mi?
“Ne yazık ki bunu kimse bilmiyor bugün! Fikirtepe deyince akla ne geliyor? Rantsal dönüşüm. O yapıları mı yapmalıydık Fikirtepe’ye? Peki, neler yapmalıydık? Neler kurmalıydık? Kültür merkezleri kurmalıydık. Sivil toplum oradan doğdu… Günümüzde inşaatçıların, mimarların cetvellerle projeler çizdiği Fikirtepe’de anlattığım bu bilginin ışığı var mı? Cemal Süreya der ki, “Masal dinlemeden büyüyen çocuklar kedi resmini cetvelle çizer” Hocamızın bu sözü, bugünkü kaygılarımızın sebebini de açıkça ortaya koyuyor aslında!” diyor kaygılarını saklamadan. Kültürün dışlanmasıyla ilgili kaygılarını paylaştıktan sonra Atatürk’ün ekonomi kavrayışını, yerli ve milli öze dönüyor: “Bayrak Kanunu’na dönecek olursak…
Tiftiğinden kumaş yaparak bayrağın hilal ve yıldızını koyacağımız o keçiler tek başına otlamaz. Keçilerin başında bir çoban olacak. Eğer çoban keçilerini doğru otlaklarda, doğru otlarla, çiçeklerle buluşturmazsa keçinin tiftiği güzel olmaz. Tiftiği kırpacak el, taşıyacak insan, fabrikada dokuyacak bilgi birikimi lazım… İşte üretim, işte ekonomi,” diyor ve ekliyor: “Dedim ya, işte o Atatürk’ün bağımsızlığı, özgürlüğü başlattığı ve cesur arkadaşlarıyla yola çıktığı bir Ankara’da bir etnografya müzesi kurmak istiyor. Etnografya müzesi bütün kültüre sahip çıkan bir müze. Temeli kültür olan Cumhuriyet’te ancak sağlıklı ekonomi, eğitim, iç politika, dış politika ortaya çıkabilir!”