Sabah saat 7.00 alarm sesleri ile gözümüzü açıyoruz, ekran. İşe giderken, ekran. İş yaparken, ekran. Eve dönüş yolu, ekran. Ev, ekran…
Artık boş zamanı yönetebilmek çok zor. Çünkü harcadığımız şey zaman değil dikkat. Eskiden “vakit nakittir” denirdi, bugün ise “dikkat nakittir”. Toplantılarda “bir yandan maillere bakıyorum” demek küçük bir meziyet gibi kabul görüyor. Dikkatin değeri sadece kişisel üretkenliğimiz için değil ekonominin işleyişi için de belirleyici bir ölçüye dönüştü.
“Bir tık daha kal”
Ekranımızdan geçen her içerik, her bildirim, her “yeni mesajınız var” sesi bizden küçük bir parça dikkat koparıyor. Bu parçalar birikince büyük bir değer yaratıyor: Dikkat ekonomisi. Bir şirketin performansı bazen bilançosundan çok kaç saniye gözümüzü ekranda tutabildiğiyle ölçülüyor. Sosyal medya platformları, haber siteleri ve hatta kurum içi uygulamalar bu yarışta koşuyor. Hepsi ilgimizi biraz daha uzun tutabilmek üzere tasarlanmış. Öneri sistemleri davranışlarımızı öğrenirken, tasarım kararları “bir tık daha kal” demenin incelikli yollarını arıyor. Sonuçta ekranda kalış süresi, görünmez bir para birimi gibi el değiştiriyor.
Türkiye’deki tablo da bu hikâyeyi doğruluyor. İnternet erişimi yaygın, sosyal medyada aktif kitle büyük ve kişi başına günlük ekran süreleri saatlerle ölçülüyor. Bu keşmekeşin içinde herkes içerikleri hızlı hızlı tüketiyor. Her önümüze çıkan içeriği bir pinpon topu gibi kaydırırken, dikkatimiz akışkan bir madde gibi süzülüyor.
Multitasking mi yoksa çok şeyi yarım bırakmak mı?
Ofislerde de manzara farklı değil elbette. Toplantılar, e-postalar, anlık mesajlar ve uygulama bildirimleri… Her biri “acil” etiketiyle geliyor ama çoğu yalnızca gürültü. Odaklandığımız işin defalarca bölünmesi, her bölünmenin ardından zihnin yeniden toparlanma süresini uzatıyor. Üretkenliğimiz, fark etmeden bir “dikkat yorgunluğu döngüsü” içinde eriyor. Gün boyunca o kadar çok uyarıcıya maruz kalıyoruz ki artık odaklanmak bir beceri değil bir lüks hâline geldi. Dikkatini koruyabilenler, aynı anda birçok işi değil, birkaç düşünceyi gerçekten tamamlayabilenler olarak öne çıkıyor. Kurumsal performans da “kaç saat çalıştın?” sorusundan çok, “bölünmeden ne kadar derin çalışabildin?” sorusuna doğru evriliyor.
Bu bölünme yalnızca ekranlardan gelmiyor, kendimize bile bildirim atıyoruz. “Birazdan kalkarım, sonra başlarım.” Zihin, sonsuz erteleme stratejileriyle kendi dikkatini bile tüketebiliyor. Evdeki sofradan ofisteki toplantıya kadar her yerde parçalanmış bir dikkat hâli var. Bir yandan konuşup bir yandan bildirimleri kontrol etmeyi “çoklu görev” sanıyoruz. Oysa çoğu zaman yaptığımız şey işleri arka arkaya yarım bırakmak. Yarım kalan işler, yarım kalan sohbetler… Günün sonunda geriye tamamlanmış şeylerden çok, eksik kalmış cümleler ve bölünmüş anlar kalıyor.
Bir zamanlar nakit olan şey vakitti. Ancak bugün nakit olan şey dikkat. Yani çok kıymetli. Bir markanın, bir haberin, hatta bir insanın görünür olabilmesi için önce dikkatimize ödeme yapması gerekiyor. Ekranda geçirdiğimiz her saniye başka birinin bilançosuna “gelir” olarak yazılıyor. Fakat bu kadar dikkat çekmeye çalışırken birbirimizin dikkatini kaybediyoruz. Bir arkadaşın anlattığı hikâyede, bir çalışanın fikrinde, bir sevgilinin sesinde “bildirim sesi” arıyoruz. Teknoloji bizi birbirimize bağlamak yerine, sürekli dikkat kesilmeye ama nadiren derinden dinlemeye zorluyor. İnsanî temasın kıymeti, kesintisiz odaklanmanın nadirliğinden geliyor.
Dikkat kıtlığı sadece bireysel bir yorgunluk değil, toplumsal bir maliyet. Çünkü odaklanamayan birey, derinleşemeyen toplum demek. Bu yazı dahi günümüz odaklanma süresi için çok uzun. Aynı yazıyı, aynı gazetede 90’lı yıllarda yazıyor olsaydım, muhtemelen milyonlarca kişi tarafından tanınırdım. Sürekli parçalanmış dikkat yaratıcılığı törpülüyor, uzun vadeli düşünmeyi zorlaştırıyor. Kısa içerik kültürü, kısa sabır kültürüne dönüşüyor. “Derin düşünme” neredeyse nostaljik bir kavram hâline geliyor. Eğitimden siyasete, iş dünyasından gündelik hayata kadar pek çok başlıkta tartışmaların yüzeyselleşmesi, bu parçalı zihin hâlinin kaçınılmaz sonucu.
Çıkış var mı?
Bu çağda dikkati tamamen korumak belki imkânsız ama sızıntıyı azaltmak mümkün. Dev bir irade gösterisi gerekmiyor. Küçük ama sistemli müdahaleler çok işe yarar. Kurumlar için bildirim protokolleri, toplantı diyetleri ve haftalık sessiz saatler gibi basit görünen birtakım uygulamalar iyi bir başlangıç olabilir. E-posta pencerelerini gün içinde belirli bloklarla açmak, bildirimleri toplu göstermek ve “acil” etiketini istisna hâline getirmek, şaşırtıcı ölçüde verimlilik yaratır. Ekip ritmini netleştiren basit bir kural seti, çalışanların dikkatini sürekli paylaştırmak yerine, gerektiğinde topluca korumayı mümkün kılar.
Bireysel tarafta ise üç alışkanlık oyunu değiştirir:
- Her gün belirli bir süre “derin çalışma” bloğu,
- Ekran kullanılmayan mikro molalar ve bildirimlere tek seferde toplu dönüş,
- Telefonu ters çevirmek, “rahatsız etmeyin” modunu açmak,
Ajandada toplantı varsa aynı ciddiyetle kendin için de “odak seansı” planlamak, dikkatini kendine karşı da savunduğunu hatırlatır. Günü mesajlara ve başlıklara parçalamak yerine, üç temel işi gerçekten bitirmek o günü anlamlı kılar.
Belki de asıl devrim “zaman yönetimi” yerine “dikkat bütçesi yönetimi”ni konuşmaya başladığımız gün olacak. Bütçenin geliri sınırlı: Her sabah cebimizde aşağı yukarı aynı miktarda dikkat var. Giderler ise sonsuz… Ekranlar, bildirimler, kaygılar, hedefler hepsi var. İyi bir bütçe, dikkatini nereye harcayacağını bilmekten geçer. Bir işi yaparken diğer bütün ihtimalleri kapatabilmek bugünün en kıymetli becerisi.
Ekonomi her dönemde kıt bir kaynağın etrafında döner. Bir zamanlar toprak, sonra da sermayeydi. Şimdi ise bu kıt kaynak “dikkat” oldu. Bazen en iyi yatırım hiçbir şeye bakmamaktır. Ekrandan değil insandan gelen bir cümleye bütçe ayırdığımızda hem ilişkiler hem işler derinleşir. Kalan zamanda da nihayet bir düşünceyi sonuna kadar götürebiliriz.