- Kurumlarda etik, adalet ve güven üzerine bir skandalın ardından
Geçtiğimiz günlerde büyük bir Amerikan teknoloji şirketinde yaşanan CEO ve İK direktörü skandalı, yalnızca kişisel bir ilişkiden ibaret değildi. Bu olay, bir şirketin en tepedeki iki yöneticisinin aynı terfi süreçlerine yön verdiği bir dönemde yaşandığı için, daha büyük bir soruyu gündeme getirdi:
Bir terfi ne zaman bir ödüldür, ne zaman bir tercih?
Ve daha da önemlisi: Adil olmamak mı daha büyük bir sorun, etik davranmamak mı?
Görünmeyen ama Hissedilen: Adalet kaybı
Kurum içinde çalışanlar çoğu zaman her detaya hâkim olmaz. Ne konuşmalar duyulur, ne e-postalar görülür. Ama adalet duygusu, tıpkı hava gibi hissedilir. Bir terfi açıklandığında, o kişinin gerçekten hak ettiğine inanmak isteriz. Çünkü hak etmenin mümkün olmadığı bir yerde çalışmanın anlamı da yoktur.
İşte bu yüzden, CEO ile İK direktörü arasındaki bir ilişkinin, birilerinin yükselmesinde etkili olduğuna dair en küçük bir ima bile, yıllar boyunca inşa edilen güveni yıkmaya yeterlidir.
Ve güven, bir kurumun iç döşemesidir. Görünmez ama her şeyi bir arada tutar.
Etik ihlalinin sınırları
Skandalın merkezinde özel bir ilişki olabilir ama mesele kurumsaldır.
Bir CEO’nun stratejiye yön vermesi beklenir, bir İK direktörünün ise adaletin sesi olması. Bu ikisi arasında duygusal, kişisel veya çıkar temelli bir bağ olduğunda, kararların tarafsızlığı ortadan kalkar.
Bu sadece etik bir ihlal değil, kurumsal bir çürümedir.
Çünkü İK, güveni temsil eder. Ve bir kurumda güven zedelendiğinde, performans değil, sessizlik ödüllendirilir.
Terfide adalet bozulursa ne olur?
Bir çalışanın aklından geçen şu cümle, o kurum için felaketin habercisidir: “Ne yaparsam yapayım, nasılsa seçilmişler belli.” Bu cümle duyulduğunda değil, düşünüldüğünde bile kültür kırılır.
Çalışanlar önce çabalamaktan vazgeçer. Sonra konuşmaktan. En sonunda gitmekten bile vazgeçip sessizce içten içe uzaklaşırlar.
Bir kurumu içeriden çürüten şey, çoğu zaman yüksek sesle değil, sessizlikle başlar.
Peki, itibar nerede yıkılır?
Dışarıdan bakanlar için bu sadece bir “magazin haberi” olabilir. Ama yatırımcılar, müşteriler ve iş ortakları için etik değerler, bir şirketin değerlemesinin parçasıdır.
İyi itibar, bugünün değil, on yılın sonucudur ve bir gecede kazanılmasa da, bir gecede yıkılmaya başlar.
Yönetim kadrosunun adil olmadığına, kuralların iç çevrelere göre esnetildiğine dair izlenim, şirketin yalnızca çalışanlarını değil, piyasadaki yerini de sarsar.
Çünkü itibar, yalnızca ne yaptığınızla değil, nasıl yaptığınızla da ilgilidir.
Adil olmak yetmez, etik olmak zorunlu
Belki de kurumların bugün yeniden düşünmesi gereken şu:
Başarılı görünen her karar gerçekten adil mi?
Yetenekli görünen her kişi gerçekten öyle mi, yoksa öyle gösterilmek mi istenmiş?
Kurum içindeki adalet mekanizması, bir an için bozulabilir. Ama eğer bu fark edilip onarılmazsa, bir süre sonra içeride kimse buna itiraz etmez. Çünkü herkes bilir ki, “itibar dışarıda yıkılır, ama adalet içeride kaybedilir.”
Ve içeride adaleti kaybetmiş bir kurum, dışarıya güven veremez
Kurumsal başarı, yalnızca sayılarla değil, değerlerle ölçülür. Şirketler kazançlarını raporlarken, neyi ne pahasına kazandıklarını da sorgulamalıdır. Çünkü itibar, yalnızca görünmek değil, gerçekten iyi olmakla ilgilidir.
Ve bir kurumu ayakta tutan şey, CEO’nun vizyonu değil, çalışanların adalet duygusudur.
“Bir terfi hikâyesi: Aşk, güç ve performans(!)”
İyi bir aşk hikâyesi her zaman ilgimizi çeker. Hele ki içinde güç varsa, biraz da terfi… Kurumsal pembe dizi başlasın!
Geçtiğimiz günlerde bir Amerikan teknoloji devinde yaşanan CEO ve İK direktörü arasındaki yakınlaşma(!) yalnızca magazin sayfalarını değil, şirket içindeki adalet duygusunu da epey sarstı. Çünkü terfi kararlarıyla eş zamanlı yaşanan bu ilişki, bazı pozisyonların “performansa mı, yoksa kişisel bağlara mı” verildiği sorusunu gündeme getirdi.
Ve evet, bu öyle bir soru ki yanıtı sadece o şirkettekileri değil, hepimizi ilgilendiriyor:
Bir kurumda terfiler adil değilse, biz neden çalışıyoruz?