Vizeyle, ticaretle, regülasyonla konuşan bir dünyada, tehdit dili olağanlaşıyor. Kuralların arkasına saklanan yaptırımlar ve karşılıksız kalan sertlik, uluslararası ilişkilerde sessiz bir hizaya sokma düzeni yaratıyor. Asıl soru ise şu: Bu yeni normalde kim ne söylüyor değil, kim neye razı oluyor?
Bir zamanlar krizler istisnaydı, bugün ise uluslararası ilişkilerde yaşanan gerilim kalıcı, tehdit dili sıradanlaşmış durumda.
Kurallara, uluslararası hukuka ve ortak değerlere dayalı bir dünya fikrinden, tehdidin, yaptırımın ve güç gösterisinin sıradanlaştığı bir düzene geçtik. Ve ne yazık ki artık gözdağı, istisna değil, yeni normal.
Vizeyle tehdit edilen siyasetçiler, ticaretle cezalandırılan ülkeler, regülasyonlar üzerinden hedef alınan kurumlar… Küresel siyasetin dili gitgide sertleşiyor.
Les Echos Yazı İşleri Müdürü David Barroux, son yazısında, Avrupa’nın bu tabloda çoğu zaman darbeleri göğüsleyen ama karşılık vermemeyi tercih eden bir aktör olarak öne çıktığını ifade ediyor.
ABD Başkanı Donald Trump’ın Avrupa Komiseri Thierry Breton gibi bir isme vize vermekten çekinmediği; Washington’u ve Silicon Valley’yi rahatsız eden düzenlemelerin hedef alındığı; Emmanuel Macron’un Çin’e karşı ticaret dersleri verdiği; Pekin’in ise süt ürünlerine misilleme önlemleri uyguladığı bir dünyadayız.
Bugün sıkça tekrarlanan itirazlar tanıdık: Askeri bağımlılık sürerken güçlü aktörlerle nasıl karşı karşıya gelinebilir? Ticaret savaşlarının kimseye faydası yokken neden sertleşelim? Bu kadar farklı ulusal çıkar varken Avrupa Birliği gerçekten ortak ve kararlı bir duruş sergileyebilir mi?
Barroux’ya göre asıl sorun, bu haklı çekincelerin Avrupa’yı neredeyse otomatik bir sessizliğe sürüklemesi. Oysa uluslararası ilişkilerde caydırıcılık, niyet beyanıyla değil, karşı tarafın, gerektiğinde bedel ödemeye hazır olunduğuna inanmasıyla işler. Amaç elbette ticaret savaşlarını tırmandırmak değil, tam tersine, onları daha başlamadan önleyebilecek bir denge kurmak gerekir.
Asimetrik ilişki
Bugün gelinen noktada, birçok ticari ortak, rakibe dönüşmüş durumda. Buna rağmen Avrupa, hâlâ dünyanın en büyük pazarlarından birine erişimin sınırlandırılabileceğini açıkça göstermekte isteksiz davranıyor. Oysa karşı cephede tehdit dili açık ve sürekli. Bu asimetrik ilişki, “denge” değil, sessiz bir aşınma yaratıyor.
Barroux’ya göre Avrupa’nın bu temkinli tutumu, çoğu zaman erdem olarak sunuluyor. Oysa hareketsizlik her zaman tarafsızlık anlamına gelmiyor. Sessizlik ve hareketsizlik riskleri azaltmıyor, tam tersine biriktiriyor. Ve bir noktadan sonra, korkuyla alınan her karar, daha fazla korkunun gerekçesi haline geliyor.
Daha yüksek sesli tehditlere değil daha fazla güvene ihtiyaç var
Bu noktada kritik bir eşik olduğuna dikkat çekiyor Barroux. Çözüm, karşısındakini korkutmayı öğrenmek değil. Dünya bugün daha yüksek sesli tehditlere değil, daha fazla güvene ihtiyaç duyuyor. Çünkü güvenin olmadığı yerde uzun vadeli yatırım olmuyor. Yeşil dönüşüm gerçekleşemiyor. Sosyal sözleşme ayakta kalamıyor. Demokrasi güçlenemiyor.
Sürdürülebilirlik yalnızca karbon emisyonlarını azaltmakla ilgili değil. Öngörülebilirlik ve istikrar anlamına geliyor aynı zamanda. Dayanışma ise bir zayıflık göstergesi değil, krizler karşısında kolektif dayanıklılık üretmenin tek yolu.
Avrupa’nın asıl sınavı da tam burada başlıyor: Sessiz kalarak mı varlığını koruyacak, yoksa kurallara dayalı düzeni savunmanın bedelini göze alarak mı?
İhtiyacımız olan tehdidin dilini taklit etmek değil
Bugün ihtiyacımız olan şey, tehdidin dilini taklit etmek değil. Uzun vadeli düşünceyi önceleyen, güven üreten ve sorumluluk alan bir ilişki biçimini yeniden inşa etmemiz gerekiyor. Daha iyi bir dünya, gözdağının daha yüksek sesle dile getirildiği değil, insanın, doğanın ve ekonominin birlikte korunabildiği bir dünya olacak.
Ve bu dünya, korkuyla değil, ortak akılla, işbirliğiyle ve geleceğe dair net bir fikirle mümkün.
