“Tırmanan faşizm”: 1970’lerde böyle bir kavram vardı. Buna göre “tırmanan faşizm” “iktidardaki faşizmden” farklıydı. Sonra bu kavram ortadan kayboldu. Kayboldu çünkü genellikle güçlü radikal sol veya komünist partilerin olduğu bir dünyada onları bastırmak için kullanılan aşırı sağcı akımların yükselişini tasvir ediyordu. Avrupa’da güçlü komünist hareket kalmayınca bağlam yok oldu ve kavram da gözden düştü. Son yıllarda Avrupa’daki Neo-Naziliği ve sağ popülizmleri betimlemekte kullanılmaya başlanarak kısmi bir geri dönüş yapmışa benziyor. Ancak bu nispeten yeni akımların klasik faşizmlere ciddi ciddi benzemeleri zor görünüyor. Bakalım.
Hitler’i büyük sermayenin iktidara getirdiği tezi neredeyse totolojik bir tezdir ve 20. Yüzyılın en olağanüstü olaylarından ve siyasi kişiliklerinden birisini basit bir maşa gibi tasavvur etmemizi istemektedir. “Dinle küçük adam” (Wilhelm Reich) tezi de yetersizdir. Hitler’in işsizlerden çok yüksek oranda oy aldığı için –1929 Depresyonu etkisi- iktidara geldiği iddiası veya alternatif olarak siyaset biliminde Seymour Lipset’ten beri yaygın olan “orta sınıf olgusu olarak Hitler” tezi de Weimar’da olanları açıklamaya yetmemektedir. Olanları anlamak için geniş bir akademik yazın oluşturulmuş olup Weimar seçmeninin davranışı açısından bakarsak bu yazın giderek daha gelişmiş istatistik yönetmelerini kullanan bir duruma gelmektedir. Örneğin, mühim bir saptama, Hitler’in partisi NSDAP Weimar döneminde 1930-1933 arası yapılan seçimlerde en fazla partiden ve sınıftan/kesimden/yerelden oy devşirebilen bir –aslında tek- partiydi. Üstelik 1932 Temmuz seçimlerinden başlayarak son üç seçimde sandığı hiç gitmeyenleri bile kendisine çekmeye başlamıştı. Jürgen Falter 1980’lerden 2010’lara kadar yayılan bir dizi ampirik çalışmasında sadece iki blokun, Katoliklerin ve işsizlerin yerlerinde sabit kaldığını, Hitler’in en az desteği bu bloklardan aldığını –1933 seçiminde bir miktar kayma hariç ama bu zaten Hitler Şansölye olduktan sonra yapılan ve tam özgür olmayan bir (son) seçimdi- göstermeyi deniyor. Örneğin 1932 Temmuz genel seçiminde Nazi desteğinin sadece yüzde 17’si Katolik idi. Katoliklerin Nazilerle imtihanı daha çok “iktidardaki Hitler’le” ilişkileri açısından sonradan gelişmişti. 1960’lardaki Katoliklik içi tartışmalara rağmen –Katolikler Hitler’e “yatkın” mıydı- Katoliklik aslında Hitler’in iktidar yürüyüşünde en zayıf halkaydı.
Sanılanın tersine, tam da Hitler iktidara gelirken –1929 Depresyonu sonrası- işsiz kalan mavi yakalıların asıl partisi KPD idi –Almanya Komünist Partisi, NSDAP (Naziler) değil. Gregory Luebbert’in dikkat çektiği gibi kırsal burjuvazi ve kentsel burjuvazinin tercihi –“eski”, klasik kentli orta sınıf- diğer muhafazakâr partilerden ve liberallerden Hitler’e kaymıştı. Burada Jürgen Winkler devreye giriyor. Gerçekten Nazileri destekleyen en büyük ittifak kırdan kente yayılan orta sınıflar ittifakı idiyse bile işçi sınıfının işini kaybetmemiş bölmesinin desteği de azımsanacak gibi değildi. Yani ne sadece orta sınıfların ittifakı ne de sadece işsizliğin etkisi söz konusu. Öte yandan o dönem hali hazırda çalışmakta olan işçilerin Nazi partisine oy vermeye başlamaları, yani son iki seçimdeki soldan Nazilere oy kayması neredeyse tamamen SPD’den (Sosyal Demokrat) kaynaklandı. KPD hem büyük ölçüde yeni işsizlerin desteğiyle oyunu artırdı ve hem eskiden beri işsiz hem de halen çalışmakta olan standart mavi yakalı tabanını kaybetmedi.
Hitler –keskin bir gözlemci ve üst düzey analist olmasına rağmen durumu 1930’da bile tam anlayamamış görünen Ernst Niekisch’in iddiasının tersine- bir Katolik Bavyera (Münih) olgusu değil kuzey, kuzeydoğu ve doğunun Protestan kırsalının ve kasabalarının çok yüksek oranda destek verdiği bir hareket oluşturmuştu. Bavyera Katolikliğinin genel Katolikliğe göre daha fazla destek verdiği doğru görünmekle beraber bu etki asıl etkisini 1925 seçimlerinde göstermiş ve Hindenbug’un devlet başkanı seçilmesine yaramıştır.
Hitler’in partisi yılların alışkanlıklarını yıkarak Katolikler ve işsizler hariç herkesten ve KPD ile Katolik Partisi (Zentrum, eski Katolik partisinin Weimar’daki devamı) hariç her partiden oy çekebilmiş, üstelik önceden oy vermeyenleri ilk defa sandığı götürecek kadar büyük bir umut olabilmişti. Ne zaman? 1932 Temmuz. Bu böyle olmakla beraber çok önemli bir tespit daha söz konusudur. Nazizm 1930 sonrası toplumsal açıdan yaygınlaşmıştı evet, geniş siyasal partiler yelpazesinde çoğu partiden seçmen devşirmeye başlamıştı evet, ama kültürel açıdan tam boy bir Protestan olgusuydu. Bu derece oy artışını sağlayan Protestan bölgelerdeki ezici üstünlüğü olmuştu. Bu hem seçmen hem de üye sayıları açısından böyle görünüyor. Jörg Spenkusch ve Philip Tillmann’ın 2017 tarihli yeni sayılabilecek çalışması Falter’in çok daha eski tezini doğruluyor. Ancak ilgili literatür çok geniş ve konu bitmiş değil. Belki AfD’nin Doğu Almanya’da çok güçlü olması buna benzetilebilir. Sonuç olarak bu tür olguları anlamak kolay değildir. Zaman geçtikçe ve daha detaylı tarihsel perspektifi de olan ampirik çalışmalar arttıkça biraz daha iyi anlamak mümkün olabiliyor; ama o kadar. Şu an Avrupa’da yükselen ırkçılık klasik faşizmle ortak tonlar taşır –sıfırdan türememiştir- ama yine de farklı koşullarda bambaşka nedenlerle ortaya çıkan bir olgudur. Akrabalığı vurgulamak ama eski kavramların yeni sürümlerine fazla bel bağlamamak faydalı olabilir.