Aydınlanma karşıtlığı en net ifadesine Fransız Devrimi olur olmaz kavuşmuştur. Elbette Aydınlanma Fransız devriminden 100 yıl kadar önce başladığında da karşıtları vardı. Yeni bilimsel özgürlük dalgasının ekonomik ve askeri açılardan çok faydalı icatlara yol açacağını monarklara anlatmak Sir Isaac Newton gibi ılımlılara kaldı ve onlar Aydınlanma dalgasının kilise karşıtı radikalliğini bir ölçüde törpülemeyi başardılar. Erken Aydınlanma bir Fransız icadı olmaktan çok İngiltere ve Hollanda bağlantılıydı. İlk dönemde Newton devasa şöhretiyle bir kültürel girişimci olarak Aydınlanma değerlerine meşruiyet kattı. Daniel Defoe’nun yazdığı gibi 1720’de İngiltere’de her şey Londra temelli gelişiyor idiyse ve Londra eliti kulüpler ve centilmence değerler –politeness ki öncesinde cilalanmış yüzey demekti; insan davranışı için kullanılmıyordu- aracılığıyla sosyalleştiyse bu yayılmanın reaksiyonu da elbette gelişecekti. Centilmenlerin aydınlanmış evrenindeyse Sezar Augustus standartları geçerli olacaktı. Newton önemliydi: Desaguilers 1728 yılında bir şiirde matematik yoluyla dünyanın basit ve anlaşılabilir bir kavranışına ulaşılacağına işaret etmişti. Aydınlanmanın en önemli cemiyeti doğudan gelen magus, Hermetik bir mühür, kadim inançlar ve yeni bilimin sentezi iddialarını, Kabala sembollerini aşmaya başlamış, Giordano Bruno geride kalmıştı. Öyle ya da böyle 18. Yüzyıl boyunca bilim, teknoloji ilerledi, sanayi devrimi başladı, Aydınlanma derinleşti. Böylece insanlık 40 yaşında ihtiyar sayılmaktan kurtuldu, ömrü uzadı, sağlıklı ve kentli hale geldi; hatta boyu da uzadı. Ancak Fransız Devrimi siyasi açıdan Aydınlanma karşıtlarının en kötü kâbuslarını hayata geçirdiği için politik düzlemde açık tepki gecikmedi.
1770’lerde Amerikan kolonilerinin bağımsızlık hakkını savunmuş ve Thomas Paine 1787 yılında İngiltere’ye döndükten sonra bir dönem Paine ile iyi arkadaş olan Edmund Burke –bir daha Paine ile görüşmeyeceklerdi- fitili ateşleyiverdi. 18. Yüzyıl sonu karşı devrimci düşüncesinin kalbinde yer alan Burke daha 1790 yılında Fransa'daki devrimi İngiltere'deki 1688’deki Şanlı Devrim ile karşılaştırmış ve Fransızların radikalizmini Aydınlanma rasyonalitesinin “çıplak aklına” bağlayıvermişti. Devrimin tarihçileri, sempatiyle bakanlar ve tersi, Guizot, Thierry, Mignet, Michelet, Thiers, hatta tam tarihçi saymasak da Tocqueville, henüz yazmaya başlamamışlardı. Büyük Devrim'i sınıflar savaşı olarak gören bakış 19. Yüzyılda yerleşecekti.
Evet, Burke Reflections on the Revolution in France'ı La déclaration des droits de l’homme et du citoyen'e karşı yazmıştı ama sadece bu kadar değil. İnsan ve yurttaş hakları liberal gelenekte de yankılanan bir etkiye sahipti. Fransızlar sonsuz barışın, kardeşliğin ve ülke sevgisinin –evet- yolunu açıyorlardı ve Whig geleneğindeki “eskiler” teolojik bir kavram olan “sevgi” (ilahi aşk) –caritas- ile insan hakkı temelinde yeni hukuku üst üste koymayı düşünebilirlerdi. Thomas Paine ve Burke arasındaki tartışma fazlasıyla biliniyor, fakat tartışmanın politik teoloji boyutu ve Machiavelli'nin Prens'iyle Carl Schmitt arasındaki bir boyutta devamlılık belki de fazla bilinmiyor –Discorsi'yi bambaşka bir yerde görmek daha doğru olur düşüncesindeyim.
Aydınlanma karşıtlığına geri dönelim. Frankfurt Okulu'yla başlayan maceranın bir noktasında –limit örneği Walter Benjamin olan bir süreç- Avrupalı kültürel mandarinler her şeyin yittiği duygusuna kapıldılar. 1789, 1848, 1871, 1917: İnsanlık gele gele Hitler'e –ve çok da farklı görmedikleri- Stalin'e mi gelebilmişti? Avrupa'nın bütün bir Aydınlanma sonrası dönemi, iyimserliği, bilime ve insana inancı –koskoca 200 yıl- Yahudi soykırımına, barbarlığa mı çıkmıştı? Bu “1945 panoramasında” bir saptama ve bir tez mevcuttu. Saptama Aydınlanmanın ve devrimlerin hiçbir şeyi değiştirmediği, hatta daha da kötüleştirdiği saptamasıydı. Tez ise bu kötüleşmede baş suçlunun Aydınlanmanın enstrümental rasyonalitesi olduğu iddiasıydı. İşin özü buydu ve bu öz parlak entelektüellerin derin hayal kırıklıklarıyla bezeli bir tarihte Fransız Devrimi tarihçilerinin gerisine düştüklerini gösteriyordu. Muazzam bilgi ve zekâları bir yana, keşfedilen özün aslında Edmund Burke'un 1790'daki halinde bile bulunan karşı devrimci tezle eş yapıda olduğunu görmemek güç. Ancak bu kadarı fazla basit olurdu; dahası var.
Aydınlanma adeta bir mit gibi açıklanmadan ortaya konulabiliyor. Öncesinde Rönesans ve Reform olduğu, sonra insanın nihayet bir şekilde “ışığı” görerek –nura kavuşarak- aydınlandığı gibi bir söylem yaygındır. Aydınlanma, Fransız Devrimi ve Rus Devrimi –ya da meşrebe göre Çin Devrimi de eklenebilir- anlatılarını model olarak gören sol cenahta bir oldu-bitti sayılmıştır. Olmuştur ve önemli olan budur. Hemen ardından da zaten Fransız Devrimi gelmiştir. Bu bakışa göre asıl “aydınlanmacılar” Fransızlardır. Ansiklopedistler bu işin sorumlusudur: Voltaire, d’Alembert, Diderot, Rousseau aydınlatmış, Montesquieu de despotizme karşı üstü örtük eleştirilerde bulunmuştur. Bilim ve teknik de o sırada ilerlemeye başlamış, hatta sanayi devrimi de Fransız Devrimi öncesinde İngiltere’de başlamıştır. Elbette bu tez net biçimde yanlıştır.
Söz konusu Turkish vulgate içinde Marquis de Condorcet genellikle kendisine yer bulamaz. Bu çocukça hikâye nedense hayli yaygın görünüyor. Oysa Aydınlanma yazının başında değinildiği şekilde daha uzun döneme yayılan bir olgu olduğu gibi –Radikal veya Erken Aydınlanma, aynı zamanda bir siyasal kültür kavramıdır. Rakibi olan bir siyasal kültür geleneğiyle karşı karşıya gelişmiş, hatta Nietzsche tarafından bu geleneğin adı da konulmuştur: Gegen-Aufklärung. Fransızca Anti-Lumières aydınlanma karşıtlığıdır ve Counter-Enlightenment da ancak geç bir tarihte, 1960’lerde İngilizceye giriyor. Isaah Berlin’in 1973 tarihli Karşı-Aydınlanma yazısı İngilizcede bir ilk olmayıp, “Counter-Enlightenment” ifadesi daha önce 1962’de William Barrett tarafından kullanılmıştır: Wokler (2003: 1) ve Wokler (2012: 244-259), Rousseau, The Age of Enlightenment, and Their Legacies, Princeton University Press. Alasdair MacIntyre’ın unutulmaz After Virtue’da “Enlightenment Project” terimini kullanışı da bir ilk sayılmalı. Contro Illuminismo daha da geç tarihli ve İtalyancaya çevirilerden gelen bir adlandırma. “Aydınlanma karşıtlığı” yerine Karşı-Aydınlanma demek daha doğru çünkü bu akım sadece Aydınlanmaya karşı bir reaksiyondan ibaret değil. Tıpkı tam olarak neyi anlattığı belli olmadan serbest vezinde kullanılan “liberalizm” gibi “Aydınlanma” da tam olarak neyi içerdiği ve neyi anlattığı belli olmadan kullanılabiliyor. Bu sadece bir dil sorunu olmayıp, bir siyasal kültür sorunudur.
Şu an için iki teze bağlayacağım. Birincisi, Burke gibi bir politik muhafazakârın Aydınlanma karşıtlığının ve Aydınlanmayı Fransa'da devrimle doğrudan ilişkilendirmiş olmasının, 1790'lardaki “kitapçıklar savaşı” sonrası, siyasi düşünceye belki sanıldığından da fazla etki yapmış olması. İkincisi, Burke etrafında dönen ve 20. Yüzyılda bazen alay konusu olan tezdir. Mutlak hükümdarda, Kral'da vücut bulan “sevgi” ve ulusu somut bir kralın ayakta tutabileceği tezinin Britanya hukukundaki “kralın iki vücudu” –Kantorowicz'in meşhur eseri ve sonrası- kavramıyla ilişkili olduğu tezi. Bu ilk aşikâr biçimde karşı devrimci Aydınlanma karşıtlığı, teolojik temaların siyaset kuramına geri çağrılması yolunu –Burke'un meşhur teatral stiliyle de bağlı biçimde- anında açmıştır. Bu böyledir ancak 1969 yılının Schmitt’inin Burke’ün “retorik” kaldığı noktada Boland, de Maistre ve Cortés’in Karşı-Devrimci eleştirel keskinliğini övdüğünü ve bu üçlüyü modern sosyolojinin kurucuları saydığını hatırlayalım. Schmitt bu görüşü Ernst Feil’in söz konusu üçlünün klasik Pagan siyasal teolojisini canlandırdığı tezine karşılık olarak dile getirir. Feil’e göre Katolik Karşı-Devrim teolojisi bu üçlünün restore ettiği haliyle mümkün değildir çünkü çoktan kaybeden Paganların siyasi düşüncelerine Katolik teolojik giysi biçmek imkânsızdır. Feil ekler: Vae Victis! Belki öyledir belki değildir. Aydınlanma karşıtlığı artık avama yayıldığı için gelecekte bu inkâr ve karşıtlık, bu regresyon her şey yapay zekâ, her yer bilim olduğu zaman, bir cyborg evreninde bile bitmeyecek gibi görünüyor.