Yeşil yıkama, sadece eylemsizlik değil, yanıltıcı bir sözde ‘hareketlilik’ yaratıyor. Görünürde sanki çok şey yapılıyor gibi ses çıkartılıyor. Oysa çıkartılan sesle, gerçekte yapılan arasında makas büyüyor.
İklim krizi mücadelesinin hangi yöne evrileceğini belirleyecek en kritik unsur, yalnızca teknolojik yatırımlar ya da enerji dönüşümü gibi konular değil! Güven.
Net sıfır, karbon nötr, yeşil gelecek…Bunlar kulağa umut verici geliyor. Ama bu sözler somut, ölçülebilir adımlarla desteklenmediğinde basit birer slogandan öteye geçemiyor. Dahası, topluma iklim mücadelesi yürütülüyormuş gibi bir yanılsama veriyor. Güveni aşındırıyor.
Oysa iklim mücadelesi; kamu, kurumsal dünya, bilim insanları ve toplum arasında kurulmuş kolektif bir güven sözleşmesidir. Bu sözleşme ihlal edildiğinde, atılan her samimi adım dahi kuşkuyla karşılanır. Politik destek zayıflar, toplumsal meşruiyet buharlaşır. Nihayetinde, konu ne kadar hayati olursa olsun, gündemden düşer.
Bu nedenle yeşil yıkama (greenwashing), iklim mücadelesinin en sinsi ve yıkıcı düşmanıdır.
Brundtland’dan bugüne aşınan kavramlar
1987’de yayımlanan Brundtland Raporu, sürdürülebilirliği üçayakta tanımladı: Çevresel, ekonomik ve sosyal. Bu çerçeve küresel politikaların pusulası oldu. 1997 Kyoto Protokolü, 2015 Paris Anlaşması, 2019 Avrupa Yeşil Mutabakatı… Hepsi sürdürülebilirlik ilkelerini referans aldı.
Ama yıllar içinde kavramın gücü aşındı. Yeşil büyüme, net sıfır, karbon nötr gibi kavramlar özellikle kurumsal dünya tarafından hızla dolaşıma sokuldu. Şirketler, bunu bir pazarlama unsuru olarak kullanmaya başladı.
En büyük günah da bu noktada işlendi. Başta umut uyandıran bu kavramlar, içi doldurulmadığında topluma güven vermek yerine güveni yıkmaya başladı. Bu kritik kavramlar büyük bir meşruiyet kaybı yaşadı.
Güven ekonomisi neden kritik?
Güven kaybolduğunda sadece kamuoyunun iklim ajandasına ilgisi zayıflamıyor. Ekonomi oyuncuları zayıflayan ilgiden faydalanarak, sorumluluklarını iyice arkalara park ediyor. Politika yapıcılar oy kaygısıyla geri adım atıyor. İklim mücadelesi böylece kenara köşeye bir yere tozlanmaya bırakılıyor. Toplumun gündeminde iklim değil, daha ‘yakıcı’ sorunlar öne çıkıyor.
Yeşil yıkama, sadece eylemsizlik değil, yanıltıcı bir sözde ‘hareketlilik’ yaratıyor. Görünürde sanki çok şey yapılıyor gibi ses çıkartılıyor. Oysa çıkartılan sesle, gerçekte yapılan arasında makas büyüyor.
Küresel dersler
HSBC, Londra sokaklarını ‘net sıfır’ billboardlarıyla donattı. Aynı anda milyarlarca doları fosil projelerine aktardığı ortaya çıkınca reklamları yanıltıcı bulundu ve yasaklandı. DWS, fonlarının çoğu için ‘sürdürülebilir’ dedi. Gerçeğin böyle olmadığı anlaşılınca savcılık soruşturması açıldı, CEO istifa etti.
Lufthansa, ‘yüzde 100 karbon nötr uçuş’ reklamı yayımladı. Reklam, nötrlüğün esasen ofsetlere dayandığını açıkça belirtmiyordu. Alman Tüketici Dernekleri Lufthansa’yı mahkemeye verdi. Shell, ‘karbon nötr yakıt’ etiketiyle ürün pazarladı. Ama bunun büyük ölçüde ofsetlerden geldiğini, yani yakıtın gerçek karbon ayak izinin değişmediğini belirtmiyordu. İngiltere’de reklam yasaklandı.
Tümünde ortak payda açık: Uzak geleceğe dair güçlü vaatler var ama yakın vadede ölçülebilir adımlar yok. Bağımsız doğrulama eksik.
Avrupa’da regülasyon, ABD’de siyaset
AB, bu güven erozyonunu düzenlemeyle durdurmaya çalışıyor. 2024’te kabul edilen yeni tüketici direktifi, ‘eko’, ‘iklim nötr’ gibi iddialarda kanıt arıyor. 2026’dan itibaren, şirketlerin ‘iklim dostu’ demesi için bağımsız doğrulama zorunlu olacak. Ofsetlere dayalı ‘yüzde100 nötr’ söylemleri neredeyse tamamen kaldırılıyor.
Atlantik’in öte yakasında tablo daha farklı. ABD’de iklim mücadelesi adeta bir siyasi savaş haline geldi. Trump’ın karşı politikalarına rağmen, Kaliforniya gibi eyaletler, AB’yi aratmayacak kadar sıkı düzenlemeler yapıyor. Ama diğer tarafta, Cumhuriyetçi eyaletlerde ESG kavramı neredeyse yasaklı kelimeye dönüşmüş durumda.
Sonuçta, Atlantik’in iki yakası farklı yollardan gidiyor. AB iddia-kanıt hattını sertleştiriyor. ABD’de federal ölçekte sürtünme artarken, Kaliforniya gibi eyaletler çıtayı yükseltiyor. Bu ayrışma, küresel şirketler için ikili uyum stratejisi zorunluluğu yaratıyor.
İletişimcilerin sınavı
Şimdi. En kritik konu şu: Sürdürülebilirlik, bir pazarlama kampanyası değil, bir yönetişim taahhüdüdür. Bu noktada en ağır sorumluluk iletişimcilerin omuzlarında.
Sürdürülebilirlik iletişimi, ‘pazarlama cephesi’ değil, ‘hesap verilebilirlik alanı’ olarak tanımlanmalı. İletişimcinin rolü, öncelikle karmaşık gerçekleri anlaşılır kılan, somut verileri şeffaf bir şekilde paylaşan ve tüm paydaşları da bu yolculuğa dahil etmeye çalışan bir tercüman olmaktır.
Boş vaatler güzel paketlemelerle kısa vadede dikkat çekse de uzun vadede marka itibarını ve toplumsal inancı yerle bir eder. ‘Net sıfır’ bir pazarlama kampanyası değil, nesiller arası bir sorumluluktur. İletişimci, bu sorumluluğun gerçek ve inandırıcı sesi olmak zorundadır. Meslek etiği de bunu gerektirir.
Son söz
Yeşil yıkama (greenwashing), iklim krizinin en yıkıcı cephelerinden biri. Sessizce kavramların içini boşaltıyor, güveni çökertiyor, toplumsal desteği erozyona uğratıyor.
Oysa iklim mücadelesinin kaderini belirleyecek olan şey yalnızca teknoloji ya da sermaye değil, güven. Çünkü güven çöktüğünde, en sahici adımlar bile kuşkuyla karşılanır, en iyi çözümler bile desteksiz kalır.
Ve güvenin olmadığı yerde yalnızca mücadele değil, umut da çöker.