Tarım Zirvesi’ndeyiz… Bakanından bakmayanına dek tüm sektör salonda yerini almış… Protokol deyince akan sular durur da… Protokolün ağır isimlerini bekliyoruz; ağır ağır geliyorlar zaten…
“Geldiysem n’ola şuara bezmine âhir / Adet budur ahirde gelür bezme ekâbir” diyordu Nevî. Şairler meclisine geç geldiysem ne olmuş ki, adetten değil midir büyükler meclise en son gelir.
Büyükler salonda yerlerini alıyor ve protokol konuşmaları… Salonun ön koltukları kamu erkânı ile tıklım tıklım… Uzmanı, hocası, davetlisi, çiftçisi filan arka sıralarda, söylenecekleri duymaya hazır.
Tarımın tepe yönetimi, tüm kadrolarıyla öyle şeyler anlatıyorlar ki arada Türkiye lafı geçmese, acaba hangi ülkeden bahsediyorlar diye tereddüt edersiniz. Zira bahsettikleri o ülke Yeni Zelanda galiba…
SENİ ELEŞTİREN VATAN HAİNİ MİDİR?
Misal tarımda her şeyi tam yapmışız, üretim sorunu yokmuş, gıda gani, hayvan zebil, bolluk, bereket, her şey yerli yerinde… Eleştiriler? Onları suçlayarak; vatan haini, yalancı, düşman, dış güçler…
Ve protokol konuşmaları bitiyor, sıra tam gerçekleri konuşmaya geliyor ki bir anda ekâbir salonu terk ediyor… Çenelerini getirdiler, konuştular, alkışlarını da alıp salonu terk ediyorlar maiyetleriyle…
Peki ya gerçekler? Kimin umurunda… “Aslında gerçekler öyle değil, tarımda iyi gidiyoruz ama şu şu sorunlar da var” diyeceğiz de bedenleri, korumaları ve kulaklarıyla çekip gittiklerinden ne mümkün…
İKİ SORU İKİ CEVAP
Sahi biz neden böyleyiz?
İster istemez sorguluyor insan; neden böyleyiz? Niçin tarımın sorunları on yıllardır çözülmüyor? Çünkü zirvenin ağır topları, sadece çeneleriyle var oluyor, kulaklarına gerçeğin sözleri değmeden kaçıyorlar. Arkada kalanlar da gidenlere mesajlarını veremeden kös kös devam ediyor oturuma…
Bir tür pagan ayin gibi bizdeki zirveler… Herkes görünür olma derdinde… Görün ki alkışlanasın… Salonda toplanıyoruz, ekâbiri dinliyor sonra da ellerimizi birbirine çarparak ses çıkarıyoruz.
Peki, ya sonrası?
Sonra mı? Sonrası demişken söylemeden geçemeyeceğim. Bu pagan ayini tadındaki zirvelerde, konuşmacılar sahneye diziliyor Manisa sürahisi gibi. Plaketlenip fotoyla ölümsüzleştiriliyorlar.
Netice? Sorunu, çözümü sadece zaten bu konuda bilgi sahibi olanlar aralarında konuşuyor. Ancak çözümler hayat bulamıyor zira ekâbirler, atlarına binip gittiler… Attaya… Uzaklara…
NOT
OLMAYAN BAŞARIYI PLAKETLE ÖDÜLLENDİR(!)
Hele ki şu plaketleme ritüeli yok mu, beni çok güldürüyor. Tuhaf tuhaf tasarımlar, ilginç kompozisyonlar, kimi cam kim metal ya da tahta… Hatta bazıları dövme bakırdan… Üşenmemiş bir de adınızı üstüne döverek nakşetmişler. Sonra da panel ya da konuşma bitince eline tutuşturuluyorlar.
Başka bir israf kalemi, plaketlerin konulduğu kadife (mavi veya kırmızı) kutular… İçi saten kumaşla donatılmış, plaketin kaidesi için oyuk bile açılmış… Katlanınca kutu olan, açılınca plaketini gösterecek şekilde saçılan… Daha alır almaz ondan nasıl kurtulacağını düşünüyorsun. Yazık… Geçenlerde bir konferansta plaket töreninde hoş sürprizle karşılaştım. Plaket yerine yerel bilgi içeren kitap verdiler.