Jonathan Israel’in The Expanding Blaze’ini okurken Benjamin Franklin’in Gaetano Filangieri’nin La Scienza della legislazione’sini (1780) karıştırdığını öğrendim. Flangieri Amerikalılara görev vermiş çünkü «…agli occhi dell’universo il sacro dovere di esser più savi, più moderati e più felici de tutti gli altri popoli» diye yazmış. Buradaki terimler şaşırtıcı gelebilir; değildir. Moderati’den kastı dört temel erdemden Temperance (ölçülülük; kendine hâkimiyet) olsa gerektir; Prudence daha uzak bir yorum ve Philadelphia üzerine yazdıklarına tam uymuyor. Ancak zorlanırsa o şekilde de yorumlanabilir çünkü Prudence temel erdemdir ve Practical Reason anlamında genel geçer de kullanılabilir. Savi elbette hikmetten bahsediyor; bunu “akıl ve hikmet” olarak tamamlamak mümkün. Felici olmalarına gelince… İktisatçılar bazen unuturlar; fayda fonksiyonu (utility function) olarak öğrenilen şeyin ilk adı felicity’dir. Utilitaryen bir dünyada yaşandığını unutmayalım. İlla Benthamite sürümünde olmak zorunda değil. Flangieri’nin “genç Bentham” ile yazışıp yazışmadığını bilmiyorum. Sonuç nedir? Amerikan devrimine evrensellik yükleniyor. Amerikalılar dünyaya örnek olmalıdır. Buna benzer bir noktaya ABD Supreme Court Justices tarafından -ve diğer önemli hukukçular- yazılanları ve hukuk dergilerini kurcalayarak dolambaçlı bir yoldan ulaşmıştım. Yani Alexis de Tocqueville’in bir ayrık otu olmadığı tespitini içeren bir bakışa… Bu arada konunun bizde ilgi çekmemiş olmasını 1960-1980 arası ‘yeni entelektüel uyanışın’ gecikmiş bir SSCB etkisiyle damgalanmış olmasına bağlayabilirim. Elbette Çin ve Latin Amerika da var ama “modelin” Rus devrimi -Fransız devrimi de işte “burjuva devrimi” olarak- olduğu ortada. Eşit derecede önemli gördüğüm şudur; eski entelektüeller –ki daha derin idiler- Fransa ve Rusya, bazen de Almanya üzerinden düşünüyorlardı. Robert College’in ve sonradan ODTÜ’nün varlığına rağmen ABD kaynaklı bir zihinsel etkilenme uzun süre çok önemli olmamış görünüyor.
Şimdi Black Mirror’u örnek verdiğim konuyu biraz açayım. Konu eskidir. Konu katılım ve demokrasi ilişkisidir. Örnek olarak Millerand’ı alalım. 19. yüzyıl sonuna doğru güçlenen sendikal ve siyasi işçi hareketinin önündeki soru şuydu: İşçi sınıfı örgütleri partileşip seçimlere katılacak mıydı? Katılımın seçim sadece propaganda yapmak için bir araç olduğu için “fırsat” olduğu iddiası da katılımın sadece “sembolik” olduğu tezi de 1890 yılında miadını doldurmuştu. Çok daha önemlisi Schumpeter’in 1942’de yazdığıdır. Seçime katılmak kaçınılmaz idi çünkü işçi sınıfının ekonomik kazanımlar elde etmesi için bile siyasi kaldıraca ihtiyacı vardı. Kısa sürede ekonomik yarar sağlama sözü veremeyen veya tutamayan siyasi parti, adı ne olursa olsun, süre uzadıkça bir çileci dervişler tarikatına dönüşür. Siyasi parti olmaktan çıkar. Seçime katılma kararı alınınca sonuçta oluşacak koalisyonlara katılma kararı da alınmış demektir. Yani Millerand tartışması boş bir tartışmaydı. Kautsky bunu Fransız sosyalizminin gelişmesinin sonucu olarak görmüş, Jaurès ve Sorel arasındaki karşıtlığa yormuş ama burjuva devrimiyle sosyalist devrim arasındaki ilişkiye dönerek tarihsel bir yorum eklemişti.
Sartre daha da geriye dönerek 1973’te seçimlerin aptallar için tuzak olduğunu yazmıştı. Bu laflar o dönemde çok edilmiştir; aptal tuzağı, aptal kutusu (televizyon)… Hepsi yanlıştır elbette. Gerçi dönemin ruhuna uygundur. Sadece Sartre değil. 1968’de Paris “Voter, c’est abdiquer” sloganına –oy vermek iktidardan vazgeçmektir- sahne olmamış mıydı? Belki doğrudur, seçim ve temsil işe yaramıyordur. Ancak katılım da pek hoş olmayan sonuçlar verebilir. Her şeyden önce, kararlara en çok katılanlar, hatta “sürekli oy verenler” burjuvalardır -ki burjuva kolay rastlanan bir tür değildir. Neden? Çünkü oylar çalışan her erkeğe ilk defa oy hakkı verilirken -yani 19. Yüzyılın sonuna doğru- “kâğıttan taşlardı”. Ancak oylar aynı zamanda “siyasi fiyatlardır”. Tersinden, fiyatlar “ekonomik oylardır”. Böyle bakarsak sürekli oy verenler sadece ekonomik aktörler/kapitalistlerdir. İşçi veya memur sürekli oy vermez çünkü piyasa sinyallerine cevap vermek, neyin ne kadar hangi kalitede ne zaman üretileceğine ve nereye satılacağına, dolayısıyla yatırımlara karar vermek onların işi değildir. İşçiler –bu anlamda “halk”- sadece temsil edilebilirdi ve öyle de olmuştur.
Sürekli seçim –katılımın evrenselleşmesi- ile hiç seçim yapılmaması –temsilin kaybı- arasında bir gözlemlenebilirlik denkliği kurulabilir mi? Bunlar denk midir veya birbirlerinin aynası sayılır mı? Limitte bir popülerlik yarışması haline dönüşen, herkesin an be an cep telefonundan oylandığı, onaylanma kredisine göre statü kazandığı veya kaybettiği distopik bir toplum için Black Mirror dizisinin üçüncü sezonundaki Dibe Vuruş bölümünü izlemek yararlı olabilir. Burada piyasa artık değerler sistemine içselleşmiş, anlık popülerlik oynamaları elektronik olarak gözlemlenebilir hale gelmiştir. Evden çıkıp işe gidene kadar “piyasa değeriniz” o kadar düşebilir ki sizi kapıdan bile geçirmeyebilirler. Popüler onay/toplumsal değerler cinsinden siyasi fiyatınız elektronik olarak sizin ekonomik değerinize tercüme oluvermiştir.
İkisi de genel olarak temsili demokrasi adını verdiğimiz özel tipteki Batı Avrupa siyasi oluşumunun yerini tutamaz. Bütün mesele kurumsallaşmadadır ve bu ancak oldukça düşük frekansta onay –sık yapılmayan seçimler- ve onayın içine komünoteyi fazla karıştırmayan –din, ahlak, kamuoyu, örf ve âdeti marja iten doğrudan siyasi ve anonim- sınırlı bir katılımla mümkün olabilir. Tersinin olabilmesi için örfün içsel olarak demokratik olduğu bir toplum bulabilmek gerekir ki kolay değildir. Belki Amerikan kolonileri örnek oluşturabilir. Ancak tek başına örf değil. Amerikan anayasası hem Canon Law hem de Common Law izlerini taşıyordu. Hukuk o kadar önemliydi ki –İngilizlerin Magna Carta öncesi kavradığı bir mesele- Amerikan demokrasisinin –bu demokrasi neye hizmet eder sorusundan bağımsız olarak- kendi yolunda gelişmesinde Common Law mirası anayasadan daha önemli olmuş olabilir. Öte yandan Amerikan Devrimi doğal durum, doğal haklar ve toplum sözleşmesi kuramlarına en fazla denk düşen bir coğrafyada, idari yapıda ve kültürel bağlamda gerçekleşmişti –ki bu kadar kalabalıkla bu iş olmaz denilen nüfus 1790’da 4 milyondu. Orada bile gelinen nokta pek iç açıcı değil. Sanıyorum zaman geçtikçe Arrow’un imkânsızlık teoremine (genel imkânlılık teoremi) geri döneceğiz. Belki de üç kişiden itibaren saf (arı) demokrasi ancak senior common room’da mümkündür.