Sadece ekonomik nedenlerden dolayı değil. Hatta kölelik uzun zaman önce çok da etkin olmamaya başlayan bir üretim aracıydı. Başlangıçta en fazla çaba sarf eden “kurucu baba” Hamilton’dur. Örneğin 10 Kasım 1785 tarihinde New York Manumission Society’e kölelerin ne zaman bırakılacaklarını net biçimde belirten bir karar tasarısı sunmuş ve anti federalist Melancton Smith’in karşı çıkışıyla tasarı reddedilmişti. Köleliğin kaldırılması yanlılarının kurdukları dernek kendi üyelerini kölelerini azat etme ve bu olursa özgürleştirmenin zamanlaması konularında serbest bırakmıştı. Ancak Hamilton’un da yeri geldiğinde sessiz kaldığı açıktır.
ABD’yi kuranların kölelik ve siyahların beyazlarla eşitliği konusundaki görüşleri aslında neydi? Uçlara kadar gidersek bugün (hala) Cumhuriyetçi Parti içinde yer alan Tea Party hareketinin sözcülerinin “Amerikan tarihi başından beri insan hakları ve eşitlik ideallerinin adım adım ilerletilmesinin tarihidir” anlamına gelecek ifadelerle, kurucuların siyahlarla beyazların eşitliğini savunmuş oldukları tezini öne sürdüklerini görüyoruz. Örneğin Cumhuriyetçi Milletvekili Bachmann’ın Ocak 2011’de bu görüşleri savunduğunu görebiliriz. Keza Tennessee Tea Party hareketinin okullarda Amerikan devriminin daha önce özgürlüğün olmadığı bir dünyaya özgürlük getirdiklerinin anlatılmasını talep ettiklerini not edebiliriz. Bu görüşün tam karşısındaki “sinik” tez için 2012 tarihli Killing Them Softly filminin son sahnesindeki konuşmaya dikkat çekiyoruz. Burada filmin anti-kahramanı Jackie Cogan Jefferson’un söylediklerine inanmadığını, Amerika’nın bir “business” olmaktan öteye gidemediğini söyleyerek karşısındakine boş konuşma da ‘lanet paramı ver’ demektedir.
“Kurucu babaların” köleliği vicdanlarını rahatsız eden ve etik açıdan savunulamayacak bir kötülük olarak gördükleri açıktır. Fakat köleliğe karşı olmakla ırkların eşitliğine inanmak farklı şeyler. Jefferson’un azat edilmiş kölelerle bir arada yaşamayı düşünmeyip, onları önce Amerika’nın ortasında uzak bir yerde toplamayı, başkanlığı sırasında da Batı Hint adalarına göndermeyi planladığını hatırlayabiliriz. Jefferson, ırklar arası evliliğe karşıydı ve beyaz ırkın güzelliğinden, dinginliğinden ve simetrisinden dem vuruyordu. Gerçekte ilk 11 başkandan 9’u köle sahibiydi: İstisnalar John Adams –ikinci başkan- ve oğlu John Quincy Adams’tır –altıncı başkan.
Jefferson’un kölelikle ilgili düşünce ve davranışlarının zamanlamasını ve nedenlerini anlattığı Güneyli bir köle sahibi olan ve kölelerini serbest bırakıp köleliğin olmadığı bir eyalete yerleşmeyi düşünen Edward Coles’a yazdığı bir mektup var. Jefferson başkanlıktan ayrılıp Monticello’ya çekildikten beş yıl sonra Coles’un mektubuna cevaben yazılan bu mektup Jefferson’un prensipleriyle gerçekler arasında gidip geldiğini ancak köleliği kaldırmayı gençlere bıraktığını gösteriyor. Bunun da ötesinde, mektubun tonundan bu durumu asla kabul edemediğini gösteren bir heyecandan ziyade kabulleniş ve kayıtsızlığa yakın bir soğukkanlılık seziliyor. Yine de vicdanı Jefferson’u rahat bırakmıyor olmalı ki mektubun ilk bölümü gençliğinde köleliğe karşı neler yaptığını hatırlatmaya ayrılmış. Mektubun sonunda Edward Coles’a kölelerine karşı sorumluluğu olduğunu hatırlatması ve onları serbest bırakmaktan vazgeçmesi gerektiğine dair bir tavsiyede bulunması bu bakışı yansıtıyor. Bu “zavallı mahlûkata”, “bahtsız yaratıklara” iyi davranılması gerekiyor ki Jefferson’un dengeleri bozmayacak bir “kölelerinize (bari) iyi davranın, sonra zaman ne gösterir bilinmez” yaklaşımından fazla rahatsızlık duymadığını, bu yaklaşımı gerçekçilik olarak gördüğünü anlıyoruz.
Jefferson’un köleliğe bakışını en net biçimde özetleyen yaklaşım ikilik (düalite) tezi olabilir ki William Cohen bu kanıda. Cohen (1969: 1-25), “Thomas Jefferson and the Problem of Slavery”, Journal of American History 56 (3) bu ruh halini iyi özetliyor. Ancak Jefferson’un 10.000 hektarlık araziye ve 200 civarında köleye sahip olduğunu ve özellikle 1785’ten sonra arazileri ve köleleriyle günlük hayatta ilgilenmek durumunda olduğunu da ekliyor. Açık ki sınıfsal açıdan tam bir güneyli köle sahibiydi ve zenginliğini köle emeğine dayalı tarıma borçluydu. Bu durumun düşüncelerini hiç etkilemediğini var sayamayız. Eğitimi itibariyle doğal haklar kuramını benimseyen –ki gördüğümüz gibi Gratien’den Vitoria’ya ius naturale yüzde 100 olmasa da büyük ölçüde ius divinum ile örtüşebiliyordu- ve tek bir ilahi gücün varlığına inanan Jefferson köleliğe karşı olmak zorundaydı. Ancak Jefferson aynı zamanda beyazların siyahlara üstün olduklarına da kanaat getirmişti. Bu ikili bakış dönemin ekonomik açıdan Amerika’sının köle işgücünü özgür işgücüyle tam olarak ikame edemeyeceği gerçeğiyle ve güney eyaletlerinin ayrılma tehdidiyle birleşince Jefferson zihninde ve davranışlarında bir orta nokta arama durumunda kaldı. Bu orta noktaya kişinin kendisiyle çelişmesini önleyecek, bilişsel uyumsuzluğu azaltacak –cognitive dissonance reduction- bir mekanizma olarak da bakabiliriz. Bu mekanizma sadece olanı olduktan sonra rasyonalize etmekten ibaret değildir. Jon Elster (1987: 11-24) Leon Festinger’in meşhur eserine dayanan bilişsel uyumsuzluğu azaltma mekanizmalarının gördüğümüz en kapsamalı incelemesini sunar ve bu kapsamda rasyonalizasyon dışında 8 kanal daha sayar. Elster’e göre neyin olamayacağını yaşayarak öğrenme ve bu öğrenme süreci sonucunda başlangıçtaki tercihlerini değiştirme, baştan kendini bağlama, bağımlılık, karakter planlaması, tersine çalışan adaptif tercihler, manipülasyon, duruma bağlı tercihler, sonuca bakarak alternatiflerin başlangıçtaki ağırlıklarını değiştirme gibi kanallar söz konusu olabiliyor. Jefferson sonuç olarak kölelere acıyarak iyi davranmakla yetinmek ve çözümü gelecek kuşaklara bırakmak tavrını benimsedi. Öte yandan Jefferson’un Henri Grégoire’a 1809’da yazdığı mektup söz konusu ikiliği aşmayı nasıl formüle ettiğini gösteriyor: ‘Nasıl ki Isaac Newton’un zekâsının diğer insanlardan üstün olması onu diğerlerinin efendisi veya mülklerinin sahibi yapmazsa, beyazların siyahlara üstün olmaları da onları siyahların efendisi’ yapmazdı. Yapmazdı ama açık ki beyazlar Jefferson’a göre de üstün idiler.
Düalizm hipotezi aslında sadece kölelik konusunda geçerli değildir. Kanımızca “kurucu babalarda” devrimin en kritik uğraklarında, koloni halkının en büyük kahramanlıkları gösterdikleri zamanlarda bile genel bir –ikirciklilik değilse bile- ikili bakış mevcuttu. Bir taraftan halk bağımsızlığı hak ettiğini gösteriyordu; ama diğer taraftan hala korkulacak bir nesneydi. Bu “obje” devrimden sonra nasıl davranacaktı? Yerel demagogların peşinden koşabilir miydi? Ülke çapında etkili bir demagogun çıkabileceği düşünülmüyordu çünkü o düzlemde “centilmenler” vardı. Ama eyaletlerde durum öyle olmayabilirdi. Shays ve Whiskey isyanları bunu göstermiyor muydu? Bu durumu en iyi anlatanlardan birisi olan Richard Hofstadter 1948 yılında bu ruh halini özetlemişti. Bolşevik Devrimi de benzer dilemmalarla karşılaşacak, Lenin devrimden beş yıl sonra 1922 yılında “komünistler okyanusta bir damladır” diyebilecekti.
Federalist Papers 2’de John Jay’in Amerikalıların homojen bir halk olduğu, aynı dil, din, adet ve hükümetin niteliği hakkında eş görüşleri savunduklarını yazmasından siyahların halka dâhil kabul edilmedikleri sonucunu çıkarabiliriz. Aslında göçmenlik yasalarının ilki 1790 tarihinde özgür beyaz göçmenlerin ABD vatandaşı olabileceğini söylerken, beyaz ırktan olmayanların vatandaş olabilmesini sağlayan 14. Amendment değişikliği iç savaştan sonra 1868 yılında gerçekleşti. Taylor (2012: 6) anayasayı yapan Philadelphia konvansiyonu üyesi South Carolina delegesi Charles Pinckney’in –1821 yılında Missouri eyaletinde siyahların vatandaşlığı krizi çıktığı zaman kongreye yaptığı açıklamada- anayasa yazılırken ilgili maddeyi öneren kişi olarak siyahların vatandaşlığını hiç düşünmediğini ifade ettiğini yazıyor.
Öte yandan köleliğin kaldırılmasına kuzeyde de karşı çıkılıyordu; en azından kölelik karşıtları kadar köleliğin kaldırılmasına karşı olanlar da vardı. Bunun temel nedeni köleliğin kaldırılmasının ırklar arası evliliklere yol açacağı kuşkusuydu. Philadelphia’da kölelik karşıtı dernek toplantılarını yapacak bina kiralayamadığı için kendi binasını inşa etmişti. Ancak bina 17 Mayıs 1838’de önde gelen Philadelphia’lıların da katıldığı bir saldırıda yakıldı ve itfaiye teşkilatı yangını söndürmeye gelmedi. Köleliğin kaldırılmasına karşı gösteriler kuzey eyaletlerinde 1820’lerde bile devam etti. Taylor (2012: 7-9) sadece 1800’lerde ve yalnızca kuzey eyaletlerinde ortaya çıkan en az 165 köleliğin kaldırılması karşıtı şiddet içeren gösteriden bahsediyor. Örneğin 4 Temmuz 1834’te American Anti-Slavery Society New York’da siyahlarla beyazların karışık halde dinledikleri bir toplantı düzenlemişti; göstericiler salonu bastılar ve olaylar 11 gün devam etti. Hadise ancak kölelik karşıtı dernek ırklar arası evliliği onaylamadığını belirten bir açıklama yayınladıktan sonra ve federal muhafızların gayretiyle söndürülebildi. Konu sadece ekonomik değildi; belki de tam olarak hiç öyle olmadı.