Schopenhauer’a göre doyuma ulaşmanın olanaksızlığı yaşamın vazgeçilmez bir gereğidir. Çünkü doyumsuz kalan insan, sürekli olarak talep etmeye devam edecektir.
Geçtiğimiz hafta yaptığım rutin okumalar arasında Prof. Dr. Acar Baltaş Hoca’nın “Mutluluk Ekonomisi” başlıklı bir yazısına denk geldim. Eylül ayında Prof. Dr. Sinan Alçın hocam ile birlikte yazdığımız “Para Meselesi” kitabımızdan sonra yıl içerisinde “Yaşam, Para, Mutluluk” hedeflerine, ortak kesişim ve ayrım noktalarına oldukça dikkat ettiğimi fark ettim.1
2025 yılını tamamlamaya sayılı günler kalmışken yıl genelinde herkesin kendine finansal, bedensel ve ruhsal açılardan genel bir check-up yapmasının yararı olduğunu düşünüyorum.
Baltaş Hoca’nın da yazısında hatırlattığı şekilde insanların büyük çoğunluğu için önemli olan, gelirlerinin içinde yaşadıkları çevreyle olan göreceli ilişkisidir. Harvard’da okuyan öğrencilere, “25 bin dolar ortalama gelirin olduğu bir yerde, 50 bin dolar gelire mi sahip olmak istersiniz, yoksa 200 bin dolar ortalama geliri olan bir yerde 100 bin dolar gelire mi sahip olmak istersiniz?” diye sorulmuş. Tahmin edebileceğiniz gibi öğrencilerin büyük çoğunluğu birinci seçeneği tercih etmiştir.
Bu araştırmanın gerçek hayatta doğrulanmasına bir örnek, Doğu ve Batı Almanya’nın birleşmesinden sonra yaşanmıştır. Doğu Almanya’daki işçilerin, Batı’yla birleştikten sonra, öncekine kıyasla daha fazla kazandıkları halde, daha mutsuz oldukları saptanmıştır.
Easterlin Paradoksu’nda belirli bir eşik düzeye kadar mutlak gelir, yaşam doyumu üzerinde etkili olmaktadır. Yeterli beslenme, sağlık, hijyen, eğitim ve barınma imkânlarından yoksunluk, mutsuzluğa ve depresyona neden olmaktadır. Ancak gelir artışının insanlara sağladığı konfor araçlarının; laptopların, akıllı telefonların, spa merkezlerinin, egzotik ülkelere seyahat ve lüks restoranlarda yemek imkânlarının, kolektif iyilik hali üzerinde etkili olmadığı görülmektedir. Maddi yöndeki kazanımlar başlangıçta heyecan verse de bir süre sonra psikologların hedonistik uyum dedikleri süreç devreye girmektedir. Ayrıca bu kazanımların bir bölümünün aile hayatını ve sosyal ilişkileri olumsuz yönde etkilediği görülmektedir.
Schopenhauer, “mutlu bir hayat olanaksızdır, insanın başarabileceği en iyi şey kahramanca bir hayattır” şeklinde ünlü sözüyle mutluluğu kısaca tanımlamıştır. Çoğu insan yaşamları boyunca yaşanmamış mutlulukları olduğunu düşünür. Yaşamlarımızda zaman zaman hissettiğimiz yarım kalmışlık inancı (hayali) sürekli olarak acı çekilmesine neden olur. Birçoğumuz için hayatındaki gaye tatmin ve mutlu olmak üzerine kurulmuştur. Böylece içimizde yükselen isteklerin, arzuların çıkardığı fırtınaya kendimizi kolaylıkla kaptırarak ilerleriz. Hayatında arzularına kavuştuğunda mutlu olacağını düşünen insan, önüne konan reçetelerin peşine düşmeye başlar. Yeni arzularını gerçekleştirerek sürekli mutlu olmayı düşler.
Yaşam, mutluluğu bir havuç olarak insanın önüne koyar. Bu ihtimale kolaylıkla inandırır. Ancak hayaline ulaşan her insan, bir süre sonra tatminsizlik yaşamaya başlar. Beklediği doyuma ulaşamadığı için sürekli daha fazlasını ister.
Schopenhauer’a göre doyuma ulaşmanın olanaksızlığı yaşamın vazgeçilmez bir gereğidir. Çünkü doyumsuz kalan insan, sürekli olarak talep etmeye devam edecektir. Diğer bir ifade ile insanın tatmin olamamasının bir türlü mutlu hissedememesinin nedeni, yaşamın bizzat kendisinde bu duyguların olmamasıdır. Mutluluk imkansızlıktır. Onu istemek ise, yaşamı henüz anlamayan insanların beyhude bir çabasıdır.2
Büyük filozof, dünyada bizi hevesle karşılayan arzu-mutsuzluk-acı kısırdöngüsünü aşabilmemiz için sınırları çizilmiş bir hayat önerir: “İsteklerimizi sınırlamalıyız, arzularımızı dizginlemeli, öfkemizi bastırmalı, bireyin sahip olmaya değecek şeylerden yalnızca sınırlı bir paya erişebileceği gerçeğini akıldan çıkarmamalıyız.”
Yani filozofa göre, hiçbir arzunun tatmini mümkün olmadığı için, en akıllıca olanı bu hevesten vazgeçebilme iradesini zamanında gösterebilmektir. Bu noktada önemli olan, kişinin düşündüğü şeyin arzu mu, ihtiyaç mı olduğu meselesidir. Çünkü düşündüğü ihtiyaç ise, bir karşılığı olacaktır. Ancak arzu ise, nesnesi belirsiz olduğu için, kişi her türlü imkana sahip olsa da hayal ettiği tatmine ulaşması mümkün olmayacaktır.
Schopenhauer’a göre çok mutsuz olmamanın en güvenilir yolu, çok mutlu olmayı istememektir. Arzularına set koyabilen birisi, iradesine sahip çıkabilen üst insandır. Bu ancak, yaşamın özündeki mutsuzluğu, acıyı kabul etmekle mümkün olacaktır.
Hayatı sorgulayan, düşünen sağlıklı insanlar evrene bakar, öz-aşkın davranır ve dış dünyada katkı sağlayabileceği yapılmaya değer bulduğu alanlara yönelir. Sıradan insanlar ise, “Hayata ne katabilirim?” diye değil de daha ziyade “Bu hayattan ne alabilirim?” diye düşünürler. Kendi mutluluklarına odaklanırlar ve zamanla birer mutluluk avcısına dönüşürler.
Birtakım geçici hazları, mutluluk olduğunu sanabilirler. Sürekli kendisi ile meşgul olan sıradan insan, önünden akıp giden yaşamı göremez. Kendi içinde yaşam amacı ya da mutluluk arama gibi beyhude çabaların içine düşer.
Kişinin kendi içinde anlam araması, bir açıdan kendi uçurumuna bakmasıdır. Uçurum da kişiye bakar. Kısacası, sıradan insan kendi küçük dünyasında, küçük mutluluk hayalleri peşinde debelenip durur. Önüne konan yaşam formunu sorgulamadan kabul eder ve “oyunu kuralına göre” oynar.
Ünlü filozof Bertrand Russell “Mutlu Olma Sanatı” adını verdiği kitabında mutluluğu şu şekilde tanımlamıştır: “Mutluluk dışa dönük bir tutum izlenerek elde edilebilmekte ve kişinin kendi içine dönmesi halinde kaybedileceği durumdur.” İnsanın kendi içine dönmesi düşüncesi felsefe alanında filozoflar arasında bir çok tartışma konuları üzerinden başlayarak yüzyıllar boyunca çeşitli arayış yöntemlerine konu olmuştur.
Yaşamımızdan ne kadar mutlu olduğumuza dair TUİK her yıl düzenli olarak “Yaşam Memnuniyeti Araştırması” yapmaktadır. 2025 yılında yayınlanan ilgili araştırmaya göre Türkiye’nin %50’si mutlu olarak yaşamaktadır. Hayatlarından mutlu olduğunu ifade eden 18 yaş üstü bireylerin oranı %49.6 olarak açıklanmıştır. Araştırma sonuçlarına göre katılımcıların %35.9’u orta düzeyde mutlu (bu kesim herhalde bazen mutlu bazen mutsuz oluyor), %14.5’u da mutsuz olarak kendilerini tanımlamıştır.
Ülkemizdeki araştırma sonuçlarına göre kadınların mutluluk oranı %52.3 iken, erkeklerin mutluluk oranı %46.9 olarak açıklanmıştır. Aynı araştırmada evli bireylerin, evli olmayanlara göre daha mutlu olduğu ifade edilmiştir.
Bireylerin mutluluk kaynağı olan değerler incelendiğinde; kendilerini en çok sağlıklı olmanın mutlu ettiğini ifade edenlerin oranı, 2024 yılında %68,3 olurken bunu sırasıyla; %14,4 ile sevgi, %8,9 ile başarı, %6,4 ile para ve %1,8 ile iş takip ettiğini görmekteyiz.
Para ve mutluluk arasında bir nedensellik ilişkisi olup olmadığı sorusuna geleneksel ekonominin verdiği cevap “evet” tir. Klasik ekonomi teorisi bireyin refahını doğrudan geliri ile ilişkilendirmiş ve mutlak gelirdeki artışı refah artışı için yeterli bir kriter olarak görmüştür. Kısacası daha yüksek gelir daha fazla mal ve hizmet alımına neden olduğu için daha fazla mutluluğa da neden olmalıdır.
ABD’de gelir ve mutluluk üzerine yapılan diğer araştırmalar, yıllık 75 bin dolar gelir civarında paranın üzerinin önemini yitirdiği sonucuna varmaktadır. Gelirler arttıkça giderlerin de artmasıyla varılan hayat standardına alışılmaya ve bu standardın normal karşılanmaya başlandığı, bu nedenle de sadece var olanın korunmasından öte daha iyisinin arzulandığı görülmüştür. Buna göre ‘bir noktadan sonra para değerini yitiriyor’ savı insanların anından anına değişen bir duygu türü ve benzer bir duygu anını yaşamak için çok para sahibi olmaya da gerek bulunmuyor. Az parası olan kişiler de anına göre paranın değerini yitirdiğini düşünebiliyorlar.
Bu yazıda yer alan düşüncelerim 2026 yılında 28.075 TL asgari ücret alacak olan çalışanları içermemektedir. 2026 yılının tüm ekonomim gazetesi okurlarına sağlık, huzur ve mutluluk getirmesini dilerim.
1https://www.acarbaltas.com/mutluluk-ekonomisi-2/
2Schopenhauer felsefesinin iyileştirici gücü, (2022), sf.58-59, Destek Yayınları