Zorunlulukla başlayan yolculuk
Yalnız bir anne olduğumda, hayat bana seçim hakkı tanımıyordu. “Eğer kızım olmasaydı ….” ile başlayan birçok cümle kurduğumu hatırlıyorum. Yurt dışına göçmek mümkün değildi, (babadan izin yoktu) burada olmak hem çocuğuma bakmak hem de para kazanmak zorundaydım.
Her gün yeni bir mücadele, yeni bir telaş. Bakıcı için harcanacak paranın üzerinde kazanmalısın ki anlamı olsun.
Ben ne kadar gerginsem kızım o kadar geç uyurdu ve ben sabah erken mücadele için sokağa çıkardım.
Hayat ileri bakarak yaşanır, geçmişe bakıp anlaşılır diyorlar. Şimdi anlıyorum ki “zorunluluk” dediğim şey, beni hem disipline etti hem de dönüştürdü. Eğer o mecburiyetler olmasaydı, belki bir yönüm, bir hedefim, bir motivasyonum olmayacaktı.
O zorunluluklar, beni bir şirket kurmaya, üretmeye ve ayakta kalmaya yönlendirdi.
Zorunluluk, sandığım gibi bir yük değil, beni güçlü kılan gizli bir armağandı. Çünkü benim başka seçeneğim yoktu.
Kendine veya ekibine zorunluluk oluşturmak
Günümüz iş dünyasında son teslim tarihleri kendimize ekibimize zorunluluk oluşturur. Aman Allah’ım! Deadline kadar iş hayatında stres oluşturan bir konu yoktur herhalde.
Bir işi yetiştirme baskısı, birçok kişide telaş yaratır. Kimileri için son teslim tarihi uzaktan duyulan bir şarkı gibiyken, kimileri için kalbin ritmini hızlandıran bir davul sesidir.
Benim içinse şöyle: Deadline zamanını ilk duyduğumda “Ooo yaparız canım bir şey yok.” diyorum. Ama bir süre sonra okurken, yemek yerken, yürürken, uyandığımda bu deadline zaman içinde bir sızı gibi yüreğimde hissedilmeye başlıyor. Sonrasında telaş ve zamanla yarışma hissine kapılıyorum ve kalbimdeki bu his bir kelepçeye dönüşüyor. Yumurtanın kapıya geldiği sırada ise kağıtlar havada uçuşuyor.
Tüm bu kaosun içinde hâlâ “daha iyisi olabilir” diye düşünmeye devam ediyorum. Sanki her şeyin kusursuz olması gerekiyormuş gibi. Belki de stresin asıl kaynağı, yetiştirememe korkusundan çok mükemmel olamama korkusu.
Deadline’lar bizi sıkıştırırken, mükemmeliyetçilik o sıkışmış alanın içinde nefes almayı iyice zorlaştırıyor. Oysa bazen “yeterince iyi” olan, aslında tam da zamanında yapılmış o iş oluyor.
Sonra Brendon Burchard’ın bir cümlesi bana farklı bir bakış açısı sundu:
“Yüksek performans gösteren insanlar, son teslim tarihlerini bir tehdit değil, arzuya dönüşen bir odak noktası olarak görür.”
Anlam değişirse, her şey değişir
Asıl sorun “zorunluluk” ya da “baskı” değil, bizim konuya verdiğimiz anlam. Bir işi yapmamız gerekiyorsa, biz bunda bir katkı, bir amaç, bir arzu veya bir gelişim fırsatı hissi yatarabiliriz. Deadline sıkıştıran değil, harekete geçiren bir güç olabilir.
Ya başkalarının “deadline”nı?
Tabii ki başkaları tarafından çok anlamlı olmadan oluşturulmuş teslim tarihleri aynı duyguyu vermeyecek. Bunun için savaşabilir miyiz? Bu tarih gerçekten anlamlı mı? Zorunlu mu?
Bu da bizim o organizasyondaki gücümüze ve daha önceki başarılı performanslarımıza bağlı.
Stresin gizli mesajı
Bugün hâlâ stresli anlarım oluyor ama artık o duygudan kaçmıyorum. Çünkü biliyorum: stres bazen büyümenin gelişen kasların kabuğunu değiştirmenin habercisidir. Zorunluluklar, bizi küçültmez; aksine keskinleştirir. Yeter ki onları düşman değil, öğretmen olarak görelim.
Gereklilik yoksa kıvılcım yoktur
Yüksek performanslı kişiler gerekliliği sever, gereklilik yoksa amaç da yoktur. Zorunluluk onlar için içsel yakıttır. Buradaki ayrım şu “Bir şey yapmak zorunda olduklarında” değil “Yapmak zorunda olduklarını hissettiklerinde”
Sadece mecbur kaldığımızda değişiriz.
Zorunluluğun sessiz gücü
Belki de hayat, bizi hep aynı noktaya getirmeye çalışıyor: Gerçek dönüşüm, rahatlık alanında değil, zorunluluk alanında başlıyor. Bir şey yapmak “zorunda” kaldığımızda, aslında kim olduğumuzu görme fırsatı buluyoruz. Zorunluluk, bazen itici bir güç gibi görünse de, çoğu zaman bizi potansiyelimizin eşiğine taşıyor.
Bugün geriye dönüp baktığımda anlıyorum ki o mecburiyetler, o teslim tarihleri, o stresli anlar… hepsi beni ben yapan öğretmenlerdi.
Zorunluluk bir zincir değilmiş; doğru bakıldığında, yeni bir kapının anahtarıymış.