Bursa Gastronomi Festivali’ndeki panellerden birinde konuşmacıydım. Başlığı “Yemek Kültürünün İletişimi: Gelenekselden Dijitale Geçiş” idi. Süreyya Üzmez, Deniz Alphan, Hülya Ekşigil ile birlikte, Reha Arar’ın yönlendirmesiyle söz aldık. Konuşurken zihnimde hep şu cümle yankılandı: Bizim için yemek, aslında bir bellek meselesi. Aile büyüklerinin yoğurduğu hamurda, mahalle bakkalındaki sohbetlerde, bayram sofralarında saklı bir dil. Ve bugün bu dil, dijital ekranlarda yepyeni formlar kazanıyor.
Yemek, yalnızca karın doyurmak için değildir; kimliktir, hafızadır, kültürdür. Benim kuşağım için yemek kültürünün iletişimi, evlerin mutfaklarında, mahalle fırınlarında, düğünlerde ve bayram sofralarında başladı. Anneannemin, annemin yoğurduğu hamurları, göz kararıyla serptiği unu, mutfakta anlattıkları hikâyeleri hâlâ hatırlıyorum. Tarifler defterlerden çok hafızalarda saklanır, kulaktan kulağa aktarılırdı. O yüzden yemek kültürü, aslında en başta bir sözlü iletişim biçimiydi. Mahalle bakkalında, kasabında yapılan sohbetler de bu kültürün iletişim kanallarıydı. Yani yemek, sadece sofrada değil; kentin, köyün gündelik hayatında paylaşılan bir dildi.
Bugün ise bambaşka bir evrende yaşıyoruz. Artık yemek kültürünün aktarımı yalnızca aile sofralarıyla sınırlı değil; televizyon programlarından Instagram paylaşımlarına, YouTube videolarından podcast’lere kadar uzanıyor. Örneğin, bir zamanlar sadece bir düğünde tadılabilecek bir yemek, artık saniyeler içinde dünyanın diğer ucuna ulaşıyor. Benim de yazılarımda sık sık belirttiğim gibi genç şefler, girişimciler, gastronomi meraklıları dijital mecralarda kendi mutfak dillerini kuruyor, hikâyelerini izleyicilerle paylaşıyor. Yöresel malzemelerle hazırlanan çağdaş tabaklar hem sofrada hem de ertesi gün milyonlarca kez paylaşılan fotoğraflarda yeniden yaşıyor. Yani yemek artık yalnızca orada bulunanların hafızasında değil, dijital belleklerde de yer ediniyor.
Elbette dijitalleşme büyük zenginlikler getiriyor. Ancak beraberinde riskler de var. Hızın ve görselliğin cazibesi, derinliğin ve otantik bilginin önüne geçebiliyor. Bir yemeği yalnızca “nasıl yapılır” üzerinden anlatmak, onun belleğini, tarihini, toplumsal bağlarını görünmez kılabiliyor. Oysa her tarifin bir hikâyesi var: Göçlerin, bayramların, savaşların, kutlamaların, yani hayatın izi saklı o tariflerde.
İşte bu noktada şunu unutmamak gerekiyor: Dijital mecralar, bilgiyi hızla ve geniş kitlelere ulaştırır. Ama bilginin esas kaynağı hâlâ basılı kitaplarda saklıdır. Kitaplar hem kalıcılık hem de derinlik sağlar. Dijital dünyanın hızla değişen gündeminde kaybolabilecek ayrıntılar, kitapların sayfalarında korunur, belgelenir, gelecek kuşaklara aktarılır. Dijital içerik akışının gelip geçici doğası karşısında kitap, hâlâ belleğin en sağlam taşıyıcısıdır.
Dijitalleşmenin restoranlar için sunduğu pratik yararları da göz ardı etmemek gerekiyor. Karekodlu menüler sayesinde menülerin güncellenmesi, alerjen bilgisinin paylaşılması, görsel ve videolarla desteklenmesi artık çok kolay. Misafirler yalnızca bir telefon dokunuşuyla ayrıntılı bilgiye ulaşabiliyor. Sipariş takibi yazılımları mutfak ile servis arasındaki iletişimi hızlandırıyor, hataları azaltıyor, müşteri deneyimini güçlendiriyor. Zincir restoranlar içinse dijitalleşme, tedarik zincirinin tek elden, özel programlarla yönetilmesine imkân veriyor. Stok takibi, maliyet kontrolü bu dijital araçlar sayesinde mümkün hale geliyor. Yani ekran sadece iletişimi değil, işletmenin sürdürülebilirliğini de destekliyor.
Öte yandan, dijitalleşme çevresel açıdan da fırsatlar sunuyor. Akıllı sistemlerle stok ve sipariş takibi yapan restoranlar, yalnızca kârlılıklarını değil, aynı zamanda gıda israfını azaltarak sürdürülebilirliği de destekliyor. Bu, dijitalleşmenin en önemli kazanımlarından biri.
Bunlara ek olarak, akademi de yemek kültürü iletişiminin önemli bir parçası haline geldi. Üniversitelerdeki gastronomi bölümleri hem geleneksel tarifleri belgeliyor hem de dijital platformlarla buluşturuyor. Böylece yemek yalnızca sofrada değil, arşivlerde, araştırmalarda ve yayınlarda da yaşamaya devam ediyor.
Dijitalleşme sayesinde yerel kimlikler de güçleniyor. Bir köyde pişirilen börek ya da bir kasabanın özel peyniri, bir paylaşım sayesinde binlerce kişiye ulaşabiliyor. Bu da coğrafi işaretlerin, yerel üretimin ve kültürel kimliğin daha görünür hale gelmesini sağlıyor.
Geleceğe bakarsak, yapay zekânın da bu sürecin bir parçası olduğunu görüyoruz. Menülerin kişiselleştirilmesi, beslenme alışkanlıklarına göre öneriler geliştirilmesi, hatta yeni tarif kombinasyonlarının yapay zekâ ile tasarlanması artık mümkün hale geliyor. Bu da yemeğin gelecekteki iletişim biçimlerini köklü bir şekilde dönüştürecek.
Dijital platformlar aynı zamanda bir kültürel diplomasi aracına da dönüşüyor. Türk mutfağının zenginlikleri, ekranlar üzerinden dünya sofralarına taşınıyor. UNESCO’nun somut olmayan kültürel miras listelerine giren yemeklerimiz, sosyal medyada da hızla yayılıyor ve turizme katkı sağlıyor. Yani yemek, kültürümüzün küresel sahnede en güçlü temsilcilerinden biri olmayı sürdürüyor.
Evet, yemek kültürü son yıllarda üç eksende ilerliyor: Sofra, bellek ve son yıllarda hayatımıza giren ekranlar. Sofra, insanı insana bağlayan en kadim iletişim aracı. Bellek, bu sofraların hafızasını taşıyor. Ekran ise artık bu belleği çoğaltıp görünür kılan yeni mecra. Bizim sorumluluğumuz, bu üçünü dengeli bir şekilde bir araya getirebilmek.
Sonuçta yemek hem geleneksel sofralarda hem de dijital dünyada, insanı insana bağlayan en güçlü dil. Ve biz bu dili doğru kullandığımız sürece hem sofralarımız hem hikâyelerimiz zenginleşmeye devam edecektir.
Yazımı şöyle bitirmek istiyorum:
Bir sofra, bir ekran paylaşımı, bir bellekteki anı… Hepsi aynı hikâyenin farklı dilleri. Ve ben, bugün ekranlarda gördüğüm her yemek paylaşımında, hâlâ annemin mutfakta yoğurduğu hamurun kokusunu, un serptiği ellerini hatırlıyorum.