Bir çağın eşiğindeyiz. Ve bu kez eşikten içeri giren, fırçayı elinden bırakmayan bir ressam ya da kalemiyle yeni bir üslup kuran bir yazar değil; öğrenen bir makine. Yapay zekâ artık yalnızca bizim yerimize hesaplamıyor, bizim adımıza hayal kuruyor. “Yaratıcılık” dediğimiz alan, insanın binlerce yıldır en özel, en korunaklı sığınağıydı. Şimdi o sığınakta başka biri var: duygusuz ama üretken, soğukkanlı ama hızına yetişilemeyen bir “makine aklı.” Bugün bir tabloya baktığımızda artık “bu insan eliyle mi yapıldı?” diye sormaya başladık. İşte bu soru bile çağın kırılma anını anlatıyor. Çünkü artık mesele yalnızca estetik değil, etik. DALL·E, Midjourney ve Stable Diffusion gibi görsel üretim araçları birkaç kelimelik bir komutla milyonlarca imge yaratabiliyor. Bu araçlarla 2018’de üretilen “Edmond de Belamy’nin Portresi”, dünyanın en büyük müzayede evi Christie’s’te 432 bin dolara satıldığında, sanat dünyası ilk kez şu gerçekle yüzleşti: Bir algoritma da eser üretebilir. Ama sanatın özü belki de o algoritmanın sahip olmadığı şeyde gizliydi — kusurda, elde, sezgide. Belki de sanatın ta kendisi, makinelerin asla programlanamayacağı o insani kusurda, o pürüzde gizlidir.
Klasik estetik teorilerde “güzellik”, akıl ve ruhun uyumundan doğar. Kant, “güzellik çıkar gözetmeyen hazdır” der. Peki, çıkarı olmayan ama ruhu da olmayan bir sistemin ürettiği şey güzellik olabilir mi? Yapay zekâ tarafından yazılmış bir şiir ya da beste, kulağa hoş gelebilir. Ama o melodinin ardında ne bir kayıp ne bir özlem vardır. Oysa bir Schubert lied’inde, bir Yahya Kemal dizesinde, bir Füreya çinisinde hep o eksiklik hissi bulunur: İnsanın tamamlanamayan tarafı. Yapay zekâ “duyguyu” taklit edebilir ama acı çekmeyi bilemez. İşte bu yüzden ürettiği şey bir “eser” değil, bir “yansıma”dır.
Sanat tarihine bakın: Picasso’nun Guernica’sı, Goya’nın Savaşın Felaketleri, Arendt’in “kötülüğün sıradanlığı” üzerine düşünceleri… Hepsi, insanın insana yaptığı zulme karşı bir vicdan çağrısıydı. Yapay zekânın böyle bir çağrısı olamaz; çünkü onun “kalbi” yok. Ama asıl mesele burada başlıyor: Yapay zekânın vicdanı yoksa, onu kullanan insanın vicdanı nerededir?
Belki de artık "prompt mühendisliği" (makineye neyi, nasıl söyleyeceğimizi tasarlama sanatı; algoritmalarla anlam kurma biçimi) kadar, hatta ondan daha çok, bir "etik mühendisliği"ne ihtiyacımız var. Yani, yapay zekânın üretim süreçlerine şeffaflık, adalet ve insani değerleri yerleştirecek bir etik çerçeveye. Bir sanatçının yıllarca emek verdiği üslubu birkaç saniyede “veri setine” dönüştürüp, onun adına üretim yapmak etik midir? Geçtiğimiz yıl Sony Dünya Fotoğraf Ödülleri’nde kazanan Alman sanatçı Boris Eldagsen, ödülünü reddederek şunu söyledi: “Bu bir fotoğraf değil, bir yapay zekâ görüntüsü. Sanatın geleceğini tartışmak için buradayım.” Bu açıklama, sanatın sınırlarını değil, sanatçının vicdanını gündeme taşıdı.
Yapay zekâ sanatçıyı ortadan kaldırmaz belki ama yalnızlaştırır. Bir resim yaparken tuvalin başında geçirilen saatler, bir roman yazarken yaşanan iç hesaplaşmalar, o didişmeler, o tereddütler… Hepsi bir tür kendini bulma sürecidir. Şimdi o süreç birkaç saniyede “üretiliyor.” Bir şairin kelimelerle boğuştuğu geceler, bir heykeltıraşın taşla verdiği mücadele, bir bestecinin sessizliği dinleyişi… Bunlar makinenin anlayamayacağı şeylerdir. Yapay zekâya bıraktığımız her yaratım, aslında kendi iç yolculuğumuzdan vazgeçmek anlamına da gelebilir.
Yapay zekâyı eğiten biziz. Dolayısıyla onun ahlâkını, estetik anlayışını, yönünü de biz belirliyoruz. Bugün algoritmalar insan davranışlarını kopyalıyor; yarın insan, algoritmanın estetik anlayışını taklit etmeye başlarsa ne olacak?
Refik Anadol’un veriyle kurduğu sanat dili, yapay zekâyı yalnızca bir araç olmaktan çıkarıp, izleyiciyle nefes alan bir organizmaya dönüştürüyor. Onun işleri, makineyle insan arasındaki sınırı bulanıklaştırırken aynı zamanda sessiz bir uyarı taşıyor: “Teknolojiye şiir yüklemek mümkün; ama vicdan yüklemek hâlâ insanın işi.”
Belki bir gün bir yapay zekâ romanı Nobel kazanacak, ya da bir algoritmanın bestelediği senfoni insanları ağlatacak. Fakat o gözyaşı, makinenin yarattığı duygudan mı, yoksa insanın hissetmeyi bile bu kadar ustaca taklit edebilmesine duyduğumuz hayretten mi doğacak, kim bilebilir? Ama o gün geldiğinde bile, bir köşede bir insan, defterinin kenarına kendi el yazısıyla bir cümle karalayacak: “Bu hissi tarif edemiyorum.” İşte o an, insan hâlâ var demektir. Çünkü vicdan, duygu ve anlam yalnızca insanda kök salar. Makine üretir; insan yaratır. Teknolojinin yaratma gücü, insanın vicdanıyla buluşmadıkça hep eksik kalacaktır. Belki de asıl mesele, yapay zekânın sanat yapıp yapamayacağı değil, bizim hâlâ insan kalıp kalamayacağımızdır.
Ve bir gün, bir insan, eski bir şarkının ilk notasını duyduğunda gözleri yine dolacak. Çünkü o nota, bir algoritmanın değil, bir hatıranın sesidir. Yapay zekâ veriyi işler; insan ise hatırayı taşır. Bir algoritma milyonlarca görseli saniyeler içinde tarayabilir ama bir annenin sesini, bir çocuğun ilk adımını, bir şairin kelimeyle kurduğu iç sızıyı belleğinde taşıyamaz. Çünkü sanat, yalnızca bir fikrin değil, bir yüreğin devamıdır.
Ve belki de insanın bu çağdaki en büyük direnişi, hâlâ kendi sesini duymaya devam edebilmesidir.
Bunlar, sanatın bedensel hafızasıdır. Yapay zekâ, bu hafızayı taklit edebilir ama onu taşıyamaz. Çünkü sanat, yalnızca fikir değil, aynı zamanda terdir, sabırdır, zamanla kurulan bir dostluktur. Ve bir toplumun kültürel mirası, yalnızca arşivlenmiş bilgilerden değil, kuşaktan kuşağa aktarılan anlatılardan, ritüellerden, seslerden oluşur. Yapay zekâ, bu mirası dijitalleştirebilir ama onun ruhunu taşıyabilir mi? Bir ağıtın içindeki acıyı, bir halk dansının ritmindeki direnci, bir masalın içindeki öğüdü… Bunlar, algoritmaların değil, hafızaların işidir.
Yapay zekâ belleği kopyalar, ama vicdanı üretemez. Çünkü sanat, bilgiyle değil, farkındalıkla başlar. Ve asıl sınav, makinelerin neleri öğrenebildiği değil, bizim ne kadar insan kalabildiğimizdir.