Türkiye 30 yıldır iklim masasında savunmacı bir pozisyondaydı. Şimdi ise COP31 ev sahipliğiyle küresel iklim politikasında oyun kurucu olma sorumluluğu taşıyor. İPM İklim Değişikliği Çalışmaları Koordinatörü Dr. Ümit Şahin, COP30 sonuçlarını ve Türkiye’nin önündeki kritik fırsat penceresini değerlendirdi.
Brezilya’nın Amazon kentlerinden Belém’de gerçekleşen COP30, hem iklim diplomasisinin geleceğine dair umutları hem de derin kırılganlıkları aynı anda gözler önüne serdi. Fosil yakıtlardan çıkış, ormansızlaşmanın durdurulması, iklim finansmanının hızla artırılması… Tüm bu başlıklarda dünyanın beklediği sıçrama sınırlı kaldı. Ancak Türkiye açısından tablo çok daha kritik bir dönüm noktasına işaret ediyor.
Türkiye, COP31’e ev sahipliği yaparak ilk kez küresel iklim müzakerelerinin tam merkezine oturacak. Bu yalnızca diplomatik bir görev değil; ülkenin iklim politikalarını savunmacı bir çizgiden çıkarıp oyun kurucu bir pozisyona taşıyacak stratejik bir sorumluluk. İPM İklim Değişikliği Çalışmaları Koordinatörü ve COP30 katılımcısı Dr. Ümit Şahin, Belém’de masaya gelen sonuçları, Türkiye’nin mevcut iklim politikalarının açmazlarını ve COP31 öncesindeki “zorunlu dönüşüm” fırsatlarını şöyle özetliyor: “Türkiye’nin artık savunmada kalma lüksü yok. COP31’de iklim diplomasisinin yönünü belirleyen ülkelerden biri olmalı.”
Dr. Şahin’in, “Artıştan azaltım yaklaşımından mutlak azaltım hedefine geçiş için en gerçekçi senaryo ve zamanlama nedir?” sorusuna verdiği cevap ise “Hemen!”
Dr. Şahin’in değerlendirmeleri, Türkiye’nin enerji dönüşümünden uyum politikalarına, finansman yönetiminden diplomasi stratejisine uzanan kapsamlı bir yol haritası sunuyor:
TÜRKİYE DÜNYADA İKLİM FİNANSMANI AKIŞININ EN YÜKSEK OLDUĞU ÜLKELERDEN BİRİ
“Türkiye’nin bugüne dek iklim diplomasisinde oyun kurucu olduğu bir başlık olmadı. Tam tersine Türkiye’nin iklim politikaları 30 yıldır hep savunmacı çizgide kaldı çünkü küresel ekonominin iklim zorunlukları nedeniyle yön değiştirmesi ulusal çıkarlara aykırı görüldü. Oysa şu an bir dönüm noktasındayız. Türkiye COP31’in ev sahibi ve üstelik bir Batı ülkeleri COP’unun başkanı olarak savunmacı bir çizgide devam edemez. Türkiye özellikle yenilenebilir enerji, kömürden çıkış, elektrifikasyon ve ormanların korunması alanlarında öncü bir rol üstlenmek için ciddi bir kapasiteye sahip. Üstelik Türkiye dünyada iklim finansmanı akışının en yüksek olduğu ülkelerden biri. Bu alanlardaki dönüşüm ülke ekonomisine büyük bir katkı da sağlayacak. Bu nedenle Türkiye’nin en kolay sonuç elde edebileceği bu alanlarda hızlı bir atılım yapmaya ihtiyacı var. Bunu da gelecek iki yıl boyunca yürüteceği COP başkanlığı nedeniyle ortaya çıkan öncülük rolüyle birleştirmesi gerekiyor.”
FİNANSMAN GECİKİYOR, KAYIPLAR ARTIYOR
Son yıllarda COP’lardaki polarizasyon akıl almaz boyutlara ulaştı ve gerçek anlamda dönüştürücü adımlar atılmasını engelleyecek noktaya geldi. Gelişmiş ülkeler Çin, Hindistan gibi hızlı büyüyen gelişmekte olan ülkelerin çok daha iddialı sera gazı azaltım hedefleri alıp uygulamaya koymasını isterken bu ülkelerin bu dönüşümü gerçekleştirmek için istediği iklim finansmanını artırmakta çok yavaş ve isteksiz davranıyor. Hızlı büyüyen gelişmekte olan ülkeler ise iklim finansmanının ciddi bir şekilde artırılmasını ve bu finansmanı istedikleri gibi kullanabilecekleri şartların yaratılmasını azaltım hedeflerini artırmayı ve fosil yakıtlardan uzaklaşmayı konuşmak için bile bir ön şart olarak koyuyor. Bunun yanında bir de adaptasyon ve kayıp ve zararlar için yoksul ve az gelişmiş ülkelerin ihtiyacı olan büyük miktarda finansman var. Batı ülkeleri bunu bu ülkelere olan iklim borçlarını ödemek olarak görmeyi kategorik olarak reddediyorlar. Bu da tıkanmaya neden oluyor. Belem’den çıkan olumlu sonuçlardan biri adaptasyon finansmanının 2035’e kadar üç katına çıkartılmasıydı, ancak hem bu tarih çok geç hem de bu taahhütlerin yerine getirileceğinin bir garantisi yok. Gerekli iklim eylemi geciktikçe özellikle de adaptasyon için gereken finansman verilmedikçe başta Afrika ülkeleri olmak üzere gelişmemiş ülkelerin borç yükü giderek artıyor. Belem’de finansman konusunda çok büyük bir adım atıldığı söylenemez. Türkiye hem Ek 1 ve Batı ülkesi olarak gelişmiş ülkelere hem de ekonomik gelişmişlik seviyesiyle gelişmekte olan ülkelere yakın olduğu için bu polarizasyonun azaltılması yönünde bir köprü olabilir ve kolaylaştırıcılık yapabilir.”
UYUM HEDEFİ’NDE HAYAL KIRIKLIĞI
COP30’dan en büyük beklentilerimizden biri GGA’nın (Global Goal on Adaptation) yani Küresel Uyum Hedefi’nin kabul edilmesiydi. GGA nihayet kabul edildi, bu da bir gelişme sayılabilir. Ancak bu yeni hedef ne gelişmiş ülkeleri ne de gelişmekte olan ülkeleri tatmin etti, üstelik son iki yıldır geniş bir bilim insanları heyeti tarafından belirlenen 100 uyum takip kriterinin son anda Brezilya Başkanlığı tarafından kimseye sormadan 59’a indirilmesi gibi akıl almaz bir duruma şahitlik ettik. Bu konuda gelişmiş ülkelerin adaptasyon finansmanı sağlamak için daha katı kriterler istemesi, gelişmekte olan ülkelerin ise kendilerini bu kriterlere uymakla yükümlü hissetmek istememesi gibi bir çatışma mevcut. Bunun için küresel uyum hedefi maalesef şimdilik fazla işe yarar bir çerçeve sunmuyor, üstelik adaptasyon finansmanının artırılması da on yıl sonraya bırakıldığı, mevcut durumda da özellikle ABD’nin devre dışı kalması nedeniyle fonlar azaldığı için gelişmekte olan ülkelerin uyum yönünde fazla teşvik edildiği ve desteklendiği söylenemez. Ancak yine de uyum konusunda kısıtlı da olsa bir gelişme sağlandığı söylenebilir.”
ABD, ÇİN VE HİNDİSTAN FREN YAPINCA İKLİM EYLEMİ DURUYOR
“Brezilya hükümeti en baştan beklentileri bu kadar artırmış olmasaydı, uyumla, adaptasyon finansmanının artmasıyla ve adil geçiş çalışma planının kabul edilmesiyle yetinebilirdik. Ancak COP başkanının COP öncesi yazdığı mektuplardan ve Lula’nın liderler zirvesinde ve açılışta yaptığı konuşmalardan başlayarak hem fosil yakıtlardan uzaklaşma yol haritası hem ormanlaşmanın tersine çevrilmesi hem de finansman konusunda ciddi beklentiler oluştu. Bu beklentileri karşılama anlamında COP 30’un ciddi bir başarıya ulaştığı söylenemez. Pek çok konuyu da COP 31 ve 32’ye havale ettiler. Ancak tabii küresel siyasette son 30 yılın en kötü dönemini yaşadığımızı unutmamak lazım. ABD’nin Paris Anlaşması’ndan çekilmekle de yetinmeyip yenilenebilir enerjiye savaş açması, her türlü finansman yardımını kesmesi ve bütün ülkeleri fosil yakıtları desteklemeleri için neredeyse tehdit etmesi işleri çok zorlaştırdı. AB de yine Trump etkisiyle ve Rusya tehdidinin artması nedeniyle savunma bütçesini artırma baskısı altında. İklim inkarcısı aşırı sağın Avrupa’daki yükselişinin de etkisiyle Avrupa hükümetleri de artık iklim politikalarında vites küçültüyor ve çok taraflı iklim politikalarına eskisi kadar öncülük edemiyor. Çin’in de enerji dönüşümü ve elektrifikasyondaki büyük teknolojik üstünlüğüne ve uygulamada dönüşüme öncülük etmesine rağmen uluslararası iklim politikalarında aktif bir pozisyon almaması işleri daha da güçleştiriyor. Oysa Çin COP’larda öncülük rolünü üstlense çok şey değişir. Hindistan ise dünyanın en büyük üçüncü sera gazı salan ülkesi olarak kömür önceliğini sürdürüp ileri yöndeki gelişmeleri bloke etmeye devam ediyor. Toplam emisyonların yarısından fazlasından sorumlu olan Çin, ABD ve Hindistan böyle yapınca ve AB de pasif kalınca diğer yüksek emisyonlu ülkeler de muhafazakar politikalara savruluyor. Bu kilidi açacak bir anahtar bulmak şart. Bakalım seneye Türkiye ve Avustralya bunu başarabilecek mi? İki ülkeye çok büyük bir sorumluluk düşüyor.”
Türkiye’nin emisyonlarını azaltma yönünde herhangi bir taahhüdü yok
“Bu yıl bütün ülkelerin ikinci Ulusal Katkı Beyanı (NDC)’lerini teslim etmeleri gerektiği için UNFCCC bir sentez raporu yayınladı. Bu rapora göre ülkelerin üçte ikisi yeni hedeflerini belirledi. Bu hedeflerin toplam etkisi 2035’e kadar emisyonların küresel olarak yüzde 12 düşebileceğini gösteriyor. Oysa Paris Anlaşması’ndaki 1,5 derece hedefinin tutturulabilmesi için bu azaltımın yüzde 60 olması gerekiyordu. Türkiye’nin yeni NDC’si ise 2035’e göre kadar emisyonlarını 2021’e kıyasla yüzde 22 artırma hedefini içeriyor. Dolayısıyla Türkiye’nin emisyonlarını azaltma yönünde herhangi bir taahhüdü yok ve bu nedenle küresel toplam emisyon azaltımı içinde bir katkısı da yok. İPM’nin bütün sektörleri ve sera gazlarını kapsayan son bilimsel modelleme çalışmasına göre Türkiye emisyonlarını 2035’e kadar 2021 seviyesine göre yüzde 35 azaltabilir. Bence bilimsel bir çerçevede bir hedef belirlenecekse bunun çeşitli kısıtlar göz önüne alınarak 2035’e kadar mutlak düzeyde olmak kaydıyla yüzde 25-35 arasında olması gerekirdi. Türkiye’nin yeni hedefi ise bilimsel modellere değil daha öncekinde de olduğu gibi bakanlıkların sektörel hedeflerine dayanıyor.”
Dünya kuraklık rekorlarını kıran Türkiye, bu tehdit konusunda ciddi bir çaba içinde değil
“Türkiye’nin yeni NDC’si uyum yol haritasına verilen referanslar dışında bir uyum hedefi içermiyor. Bu yıl dünya kuraklık rekorlarının hepsini kıran Türkiye’nin bu ciddi tehdit konusunda ciddi bir çaba içinde olduğunu söyleyemeyiz. Türkiye uyum konusunda da azaltımda olduğu gibi az sayıda ama hızlı adım atabileceği öncelikler belirleyip birkaç yıllık bir yol haritasıyla sadece bu hedeflere odaklanmalı. Bence tarımsal sulamanın modernizasyonu, sulak alanların korunması ve restorasyonu ile orman yangınlarına yönelik kapsamlı bir eylem planının uygulamaya konması bu öncelikli uyum alanları olabilir.”
