KİTAP dergimizin bu ayki kapak konuğu olan Mustafa Taviloğlu’nun katılacağı toplantıya giderken içimde özel bir his vardı. Bu his, kendisiyle söyleşi yapan sevgili Mustafa Kemal Çolak’tan dinlediklerimle, yayınladığımız yazıda okuduklarımla birleşiyor; onun yıllardır izlediğim bir isim olmasının verdiği bilgilerle pekişiyordu. Özel bir gece olacağını biliyordum. Öyle de oldu…
İçinde bulunduğum ortam, Mustafa Taviloğlu'nun yaşamı boyunca dostlarıyla tılsımlı bir dünya kurduğuna inandırdı beni. Her şey o kadar sahici, o kadar samimiydi ki… Kendinden çok bahsettirecek bir kitabın etrafında buluşan bir dost meclisindeydik. Kitapta adı geçen birkaç isim ile oğlu Ömer Taviloğlu'nun davetlilerinin eşlik ettiği, devamının geleceğine herkesi inandıran bir buluşmaydi. Evinin salonunda dostlarını ağırlayan ev sahibi gibiydi Taviloğlu. Başta kendisi ve eksiksiz herkes o kadar keyif alıyordu ki ortam, “bu meclisler türlü şekillerde sık sık kurulacak, Taviloğlu daha çok kereler, içinden geçenleri samimiyetle dostlarıyla paylaşacak” dedirtiyordu.
Mudo’nun yeni kitabının konuşulacağı bu akşam bir lansman değildi; belleğin kapısının aralanacağı, bir dönemin ruhunun yeniden salona dolacağı bir buluşmaydı. Minoa Pera’da tam da böyle bir an yaşandı. Tarihi binadaki mekânın o büyülü atmosferi, gecenin vaadini daha da güçlendiriyordu. Salonun duvarları boyunca uzanan gülümsemeler, şık giyinmiş eski dostlar, kimi yıllardır görüşmemiş, kimi sanki dün birlikte çalışmış gibiydi… Herkesin yüzünde kendi geçmişinden bir parçaya yeniden kavuşmanın ifadesi vardı. Hepimiz bir markanın değil, bir çağın hikâyesine tanıklık etmenin heyecanını yaşıyorduk.
Ben erken gittim Minoa Pera’ya. Kapıdan içeri adım atar atmaz Burhan Karaçam’la karşılaştım. Henüz konuklar gelmeye başlamamıştı. Laf lafı açtı, konu geldi yapay zekâya… “Bir süre sonra matematikte bölme yapmayı bile unutacağız” dedi Burhan Bey, “çünkü her şeyi o yapacak.” Gülümsedik. O an içimden geçti: Belki de insanın hatırlama yetisi, bu unutma çağının son kalesi. Ve o akşam yaşanacaklar, hafızanın hâlâ en güçlü teknoloji olduğunu gösterecekti.
Türkiye’de henüz “yaşam tarzı markası” kavramı bile yokken, Mustafa Taviloğlu bir hayal satıyordu: Dünyalı olmak. Aradan geçen 61 yıl, aslında Türkiye’nin değişiminin de özetiydi. Giysilerin, vitrinlerin, şehirlerin hatta insanların dili değişmiş; ama Mudo’nun cesareti, enerjisi, o içten merakı hiç değişmemişti. Bugün markayı ikinci kuşak temsil eden Ömer Taviloğlu, bu duyguyu şöyle anlatıyordu:
“İş hayatımda karşılaştığım en büyük zorluklardan biri Mudo’yu tanımlamak olmuştur. Çünkü Mudo yalnızca bir iş değil, bir ruhtur.”
1943’te İstanbul’da doğan Mustafa Taviloğlu, Rize kökenli bir ailenin oğlu. Üniversite yıllarında gemicilerden aldığı malları satarak ticarete adım attı. 1964’te Fitaş Pasajı’ndaki küçük dükkânla başlayan yolculuk, bugün Türkiye’nin en tanınan markalarından birine dönüştü. Türkiye’de ilk baskılı tişörtü, ilk “garment wash” (özel bir yıkama ve boyama tekniği) pantolonu, ilk sponsorlu billboard’u ve daha birçok ilk’i getiren isimlerden biri oldu. Ama onu diğerlerinden ayıran, iş yapma biçiminde sanatı, mizahı ve insan sevgisini harmanlamasıydı. Sanat koleksiyonerliği, genç sanatçılara desteği ve perakendeyi kültürel bir ifade alanına dönüştürme cesaretiyle “alışverişin değil, yaşamın estetiğini” kurdu.
O gece sahnenin tek hâkimi oydu. Gülümseyerek, enerjisi hiç eksilmeden hem geçmişi hem bugünü içten bir mizahla anlattı. Eşine, dostlarına, eski yol arkadaşlarına, kolay kolay bir araya gelmeyecek o güzel insanlara esprilerle seslendi; salonda kahkahalar yankılandı, anılarla iç içe geçti. Mustafa Taviloğlu’nun kurduğu bu dostluk atmosferi, sanki zamanın dışında bir yer gibiydi. Her kahkahada, her bakışta, Mudo’nun yıllara direnen o insani sıcaklığını görmek mümkündü. Bir kere daha ortaya çıktı ki o yalnızca bir iş insanı değil, sahneye çıktığında anlatıcılığın ustasıydı. Bu, her cümlesinde hissediliyordu. “Ben zor değilim, hayat zor” sözü, onun hayata bakışını, üretme iştahını ve her koşulda merakını diri tutan ruhunu özetliyordu.
Yayımlanan kitap yalnızca bir marka arşivi değil; Türkiye’nin reklam tarihine, görsel hafızasına, popüler kültürüne tutulmuş bir aynaydı: “Dünyalı Olmak: Mudo’nun Reklam Tarihinde Bir Yolculuk.” Araştırmacı ve yazar Gökhan Akçura’nın yayına hazırladığı bu kapsamlı çalışma, markanın 61 yıllık görsel tarihini derliyordu.
Türkiye’de ne yazık ki zayıf olan “arşiv kültürü” düşünüldüğünde, bu kitabın kıymeti bir kat daha artıyor. Her karede dönemin ruhu, kıyafetlerin çizgisinde, sloganların tonunda gizli. Sahnede Mustafa Taviloğlu, Ömer Taviloğlu, Gökhan Akçura ve moderatör olarak Elif Ergu vardı. Söz Mustafa Bey’deyken zaman âdeta eriyordu. Bir an geldi, Topkapı Sarayı’nın çatısında çekilen o efsanevi reklam fotoğrafını anlattı. O gece öğrendik ki, meğer sarayın kubbelerinde, o dönemde kimsenin aklına gelmeyecek bir noktada ilk o kadrajı o kurmuş. Bir başka anda Saint-Tropez’deki ilham dolu günlerini, henüz kimse oraları keşfetmemişken, her yıl gidip aynı noktadan binlerce kare çekerek İstanbul’daki koleksiyonlarını nasıl o gözlemlerle hazırladığını anlattı. Kimi zaman bir ressam gibi, kimi zaman bir kaptan, kimi zaman da o eski İstanbul beyefendisi zarafetiyle konuştu.
Bir markanın başarısı, yalnız bugüne değil, geleceğe de seslenebilmesinde gizlidir. Mudo bunu defalarca yaptı. Henüz Türkiye’de billboard kültürü yokken, baskı makinesi bulamayınca reklamı 12 parçaya bölüp bastırması, asacak yer bulamayınca İstinye’deki balıkçı tekneleriyle Boğaz’da dolaştırması o cesaretin en somut örneklerindendi. Gazetelerdeki ilanlarda kadınların iş hayatındaki yerini zarafetle gösterdi, futbolu, sanatı, edebiyatı aynı kareye sığdırmayı başardı. Dönemin en parlak zihinleri, Ajda Pekkan’dan Tomris Uyar’a, Duygu Asena’dan Komet’e, Sinan Çetin’e kadar birçok isim Mudo reklamlarında buluştu. Anlattığına göre Ajda Pekkan, reklamları görünce “Ben niye yokum bu kampanyada?” deyip ertesi gün giymek istediği Mudo kıyafetini bir butiğe giderek kendi satın alıp sete gelmiş!
Minoa Pera’daki o gece yalnızca geçmişin değil, bir neslin buluşmasıydı. Mudo’nun hikâyesi de İstanbul’dan dünyaya açılan bir vizyonun resmiydi. Markanın 61 yıllık hikâyesi, salonda oturan herkesin hayatından bir sayfa gibiydi: Cem Boyner, Hüsnü Özyeğin, Burhan Karaçam, İnci Aksoy, Ertuğrul Özkök, Osman Oymak, Süleyman Çetinsaya, Mehmet Hotiç, Yahşi Baraz, Ayşen Zamanpur, Mustafa Oğuz, Bekir Ağırdır, Hakkı Mısırlıoğlu… Liste uzayıp gidiyordu; salona sığmayan bir hafıza, farklı dünyalardan isimlerin buluştuğu bir dostluk ağı vardı. Bu ağı bir arada tutan, gecenin sıcak yüzü olan ailenin mihenk taşları Mustafa ve Ömer beylerin eşleri Lüset ve Hande Taviloğlu da oradaydı. Salonda hissedilen, bir markadan çok, bir meclisin yeniden doğuşuydu. Dostluklar, yılların içinden süzülüp gelen bir sıcaklık gibi salona yayılıyordu; Taviloğlu’nun enerjisi, âdeta bütün o geçmişi yeniden canlandırıyordu.
Salondaki hava bir kutlamadan çok, yıllara yayılan bir kültürün yeniden doğuşu gibiydi. Mudo’nun hikâyesi, Taviloğlu’nun birlikte banka kartlarında damga vuran işlere imza attıkları Hüsnü Özyeğin’in kitabından esinle benimsediği kişisel felsefesinin yansımasıydı: “Çalışmak, çalışmak, çalışmak.” Ama o çalışmanın içinde daima estetik, zarafet, mizah ve merak vardı. Ve belki de bu yüzden hâlâ genç bir marka Mudo; çünkü ruhu genç kalmayı seçiyor.
En çok dikkatimi çekenlerden birisi, önce aynı çatının altında çalışmış insanlar, uzun zamandır görüşmeyen dostların, göz göze gelince hiç zaman geçmemiş gibi sarılmaları oldu. Kimiyle Taviloğlu hâlâ her gün görüşüyor, kimiyle belki yıllardır karşılaşmamış ama o sıcaklık hiç eksilmemiş. Salonda öyle güçlü bir bağ vardı ki, neredeyse görünmeyen bir ip herkesi birbirine bağlıyordu.
Mustafa Taviloğlu sahneye 15 dakika kadar gecikmeyle çıktı. Ama süre boyunca bile salonda tarifsiz bir beklenti, bir sevgi dalgası dolaşıyordu. Onu bekleyen herkesin yüzünde aynı ifade: Bir arkadaşını, bir dönemi, belki gençliğini yeniden görmenin heyecanı.
Sahneye Taviloğlu’nun ikiz torunları da gelince harika manzara tamamlandı. Birisi dedesinin, diğeri babasının yanına oturdu. O an, markanın gerçek mirasının rakamlarda değil, insanda yaşadığını hepimiz gördük. Geçmişle gelecek yan yana oturmuştu sahnede. Mudo’nun hikâyesi o akşam bir markanın değil, dostluğun, sürekliliğin ve vefanın hikâyesine dönüştü.
Cumhuriyetimizin 102. yılındayız. Mudo 61 yaşında. Bu, yalnızca bir markanın değil, bir kültürün yaş alma biçimi. Merakı hiç bitmeyen Taviloğlu’nun “Rastgele” adını verdiği kendi biyografisinin de yolda olduğunu öğrendik. “Dünyalı Olmak: Mudo’nun Reklam Tarihinde Bir Yolculuk” kitabının son cümlelerinde Ömer Taviloğlu şöyle diyordu:
“Biz büyük bir aile olduk daima. Sevdiğimiz işi, sevdiğimiz insanlarla yapmayı benimsedik... Geleceğe de en büyük ya da en kârlı değil, en beğenilen marka olmak için çalışacağız. Gelecek bizim.”
Ve ben, Burhan Karaçam’la kapıda başlayan sohbete içimden -eminim ki bana katılacağı- şöyle bir cümleyle nokta koyacaktım:
“Yapay zekâ belki geleceği yazar, ama geçmişi hâlâ kalpler anlatıyor.”
