Türkiye’nin hazır giyim ve mobilya perakende sektöründe her zaman öncü tavrıyla ilerleyen Mudo Kurucusu Mustafa Taviloğlu, son yıllarda yaşam tarzı ve felsefesiyle sadece iş dünyasına değil, yeni nesillere de rol model oluyor. İlham veriyor. Geçtiğimiz yıldan itibaren, özel projelere vakit ayıran Taviloğlu, ilk adım olarak sanat koleksiyonunda yer alan tam 2412 adet eseri, İstanbul’da 7 ayrı mekanda sergiledi. 1972 yılından beri Türkiye’den ve dünyadan sanatçıların eserlerini toplayan Taviloğlu’nun ‘Bir Koleksiyonerin Hikâyesi’ isimli sergileri ücretsiz olarak ziyaretçilere açıldı.
İkinci proje, Mudo markasının öyküsünün yer aldığı “Dünyalı Olmak/Mudo’nun Reklam Tarihinde Bir Yolculuk” başlıklı kitap oldu. Türkiye’nin reklamcılık tarihinin bir retrospektifi niteliğinde olan zengin arşiv araştırması Bülent Erkmen’in tasarım danışmanlığı ve Gökhan Akçura’nın titiz çalışmasıyla gerçekleşti. “Dünyalı Olmak/Mudo’nun Reklam Tarihinde Bir Yolculuk” kitabı, Türk iş dünyasının ve reklam sektörünün yüzakı olan bir vaka çalışması niteliği taşıyor. Çalışma hayatı boyunca, Türkiye’nin önde gelen reklam ajanslarıyla çalışan, Ajda Pekkan, Tomris Uyar, Duygu Asena, Komet, Sinan Çetin, Tomris Uyar, Leyla Alaton, Metin Tekin, Zihni Şardağ, Hıncal Uluç, Osman Oymak, Turgut Özal…gibi ünlülerin yer aldığı ilanlarla dikkat çeken, Mudo Concept gibi yan markalarla farklı hedef kitlelere ulaşan Mustafa Taviloğlu, reklam ajansları için her zaman ideal bir reklamveren oldu. Yıllar boyunca, şirketin ödüllü reklamları markaya hem prestij hem satış getirdi. Bu bağlamda, kitap sadece bir döneme ışık tutmakla kalmıyor, aynı zamanda Türk reklamcılığının bir zamanlar ne kadar başarılı işler yapabildiğini de ortaya koyuyor.
Geçtiğimiz hafta Mustafa Taviloğlu ve Mudo CEO’su Ömer Taviloğlu’ ve Artı İletişim Danışmanlığı kurucu ortaklarından Selin Süter birlikte Bebek’te bir kafede buluştuk. Mudo’nun 1964 yılında Beyoğlu Fitaş Pasajı'ndaki on iki metrekarelik küçük bir dükkanda başlayan serüvenini ve bu süreçteki yenilikçi adımların öyküsünü dinledik. Oğluyla ilk kez birlikte söyleşi verdiklerini söyleyen Mustafa Taviloğlu’yla, gençlik hayallerinden söz ederek konuşmaya başladık.
Ben en başa gitmek istiyorum. Genç Mudo’nun hayali neydi? Bu noktaya gelmek miydi? Yoksa denizci olmak mıydı?
İlk hevesim denizci olmaktı, annem müsaade etmedi. Deniz Yüksek Ticaret’e gideyim dedim. Öyle bir şeydi ki. Armatörlüğü devam ettirmek istiyordum. Bizim tarafta kardeşler ayrılınca, gemiler babamın başka amcasına kalmıştı. Bizimkiler mülk almış, babamın babası o mülkleri almış. Babam gemiler için bu kadar yeter artık diyor. Yazıhanemizin yakınında Mısır Çarşısı var. Mısır Çarşısı yeni yeni baharatçılıktan çıkıyor. Babam amcama gel burada biz bir kumaş mağazası açalım, biraz insan görelim diyor.
Denizden karaya çıkılıyor…
Biraz da insan, hayat görelim diye amcamla beraber Mısır Çarşısı’nda bir mağaza açıyorlar. Benim hayalim denizci olmaktı. Annemin karşı gelmesiyle gerçekleşmedi. Hayalim değil de arzum vardı. Çok gemicilik yapmak istiyordum. Çünkü denizde büyüdük. Deniz kenarında büyüdük. O zaman Fatih’te oturuyoruz. Fatih’ten yazlığa gidiyoruz. Yani düşünebiliyor musun? Fatih’ten Büyükdere’ye. Denkler hazırlanır. Buzdolapları sarılır, bazı eşyalar sarılır, kamyonla yazlığa giderdik. Bu yazlık hikayesi çoktu o zaman. Yazlık evimiz ayrı, kışlık evimiz ayrı. Yazlık evimiz Büyükdere’deydi. Benim de hayatım orada deniz kenarında geçti. Annem dedi ki hiç unutmuyorum, yok oğlum dedi. Armatörün parası pul karısı da duldur, ben senin denizci olmanı istemem dedi. Sen başka bir iş yaparsın, oku dedi bana. Çok ilerici bir ailem vardı, onu hayatımın her safhasında gösterdiler. Fatih neresi Şişli Terakki neresi. Ayrı noktadaki yuvaya gönderdiler beni. Aydın okul. Bu dediğim 75 sene önce. Fatih’ten çık hepsi baş örtülü aile, oradan çık Aydın okula yuvaya git. Bu Allah’ın bir lütfuydu ama nereden geldi hala bunu çözemedim. Oğlum da hayatımıza şahit oluyor şimdi burada. Bunu ilk defa konuşuyoruz. Ben bunu çözemedim. Ben nasıl olur da Aydın Okul’a gittim. Bir kere okumayı sevmiyordum. Hep bir şeyler yapmayı seviyordum. Birinci ikinci sınıfı Fatih’te çok meşhur bir okul vardı, Saraçhane’de. Akşemsettin. Meşhur Akşemsettin İlkokulu. Bozdoğan Kemerleri vardır. Tam Bozdoğan Kemer’lerinin önünde oturuyorum ben. Yani ayıptır söylemesi Türkiye’nin en önemli yerindeki birinci evdi. Köşedeki bizim apartmandı.
Neydi apartmanın adı?
Tan Apartmanı.
Duruyor mu şimdi Tan Apartmanı?
Hayır. Ömer yeni doğmuştu galiba, 40-45 sene önce sattık. Otel yaptı birisi. Sonra ikinci sınıfta beni aldılar. Yatılı verdiler Şişli Terakki’ye.
İlkokulda yatılı oldunuz…
İlkokul ikinci sınıf. Çok haylazdım. Herhalde annem dedi ki bunu iyi bir yerde okutalım. Annemden ziyade babamın laf dinlemesi, babamın sorgu suali olacak iş değil. Nasıl olur halen çözmüş değilim. Fatih’ten annem başörtülü, beş vakit namaz kılan birisi. Evde Kur’an okunur. Halam bütün Fatih’in hatip evi. Bütün hatipler halamda yapılırdı. Halam Fatih’in bir numarası, dervişi. Bu aile beni ikinci sınıfta yatılı veriyor. Babam kendi amcasına baba dedi, babasına da amca dedi. Çünkü ailede iki büyük kardeş, iki büyük erkek kardeş, başka bir Şerifoğlu Ailesinin iki kız kardeşiyle evleniyor. Büyük olanın Hasan Taviloğlu’nun karısının ismi Hatice. Muharrem Bey’in karısının ismi Zeliha. Zeliha Hatice’nin küçüğü. Muharrem de Hasan’ın küçüğü. Hasan ile Hatice’nin çocuğu olmuyor. Muharrem Efendi, hakiki dedem birinci çocuğu yapıyor; Mahmut. Aradan iki sene geçiyor bir çocuk daha yapıyor o da İsmet. Aradan birkaç sene sonra Neriman. Yani yedi yaşına geldiklerinde üç tane çocuk oluyor. Ağabeyine dönüyor, babama “Bu senin çocuğun” diyor.
Hangisi, Mahmut mu?
Evet. Birinci olan. Mahmut’u yani babamı ağabeyine veriyorlar, Hasan Taviloğlu’na. Ben dedemi hep Hasan diye bildim. 7-8 yaşına kadar. Sonra hayatım boyunca dedem bildim. Öbürüne Muharrem Efendi diyordum. Annem Muharrem Amca, babam amca diyordu kendi babasına. Hakiki amcasına da baba diyordu. Biz öyle büyüdük. Her Salı ve Perşembe görme günü varmış Terakki’de, Nişantaşı’nda. Sakallı, bastonlu, fötr şapkalı, zayıf, uzun boylu, bıyıklı bir adam, her Salı ve Perşembe beşinci sınıfa kadar, belki beşinci sınıfta ara verdi bilmiyorum ama çörekleriyle gelirdi. Bütün etraf böyle hiç unutmam, güvercinlere mısır atılır gibi arkadaşlarım etrafımda toplanırdı.
Ne güzel anılar.
Dedem çörek getirirdi. Bunları ilk defa anlatıyorum. Dedem çöreklerini getirirdi Salı- Perşembe Fatih’ten geldi. Yani ben yatılı okuduğumu o yüzden hiç hissetmedim. Çünkü Salı-Perşembe dedem oradaydı. Cumartesi de zaten çıkıyoruz. Cumartesi Pazar. Dedem büyüttü beni. Koca reis Hasan reis. Beşinci sınıfa kadar Terakki’deydim. Sonra koleje gitmek istedim. Haylazlığım devam ediyordu. Babam da çok istedi. Kolejin imtihanlarına beni götürdü. İlk önce ben çıktım. Birinci çıktım. Sıkıldım çıktım. Ben Şişli Terakki’de falan baya başarılıydım.. Koleje giremedim. Her işte bir hayır var. Oraya gitseydim belki hayatım başka türlü, başka tarafa gidecekti falan. Sonra ne yapalım dışarıda kalınca Şişli Terakki’de devam ettim. Orayı bitirdim.
Şişli Terakki de şahane bir okul.
11 sene Şişli Terakki’de yatılı okudum. Yatılıda nereye kadar okudum biliyor musun, on birinci sınıfın altıncı ayına kadar. O altı ay bitiremedim. Çünkü artık kaçacağımı babam da anladı. Anlayış gösterdi. İkinci sömestrde eve gittim. Eve çıkıyordum geliyordum. Zaten artık kendimi bulmuştum, sinemalar minemalar başladım gezmeye. Çok muhit yaptım o zaman. Şişli Terakki’yi öyle bitirdim. Orada anılarım çok tabi.
Hep bir lider özelliğiniz var.
Çalışkandım, girişkendim. Merakım var. Adam satmam. Kanımı kessen yapmam. Bilerek yapmam, yapamam. Bu kadar şeytanla nasıl dolaşırsın başka türlü. Kolayı o.
Kolayı dürüst olmak.
Evet doğrusu ve kolayı da o. Yalan söylemem, ölsem yalan söylemem. Susarım ama yalan söylemem. Sonra nasıl hatırlarsın yalanı. Doğruyu zor hatırlıyorum yalanı nasıl hatırlayacağım? Bu laf bak şimdi aklıma geldi. Ondan sonra böyle yavaş yavaş on birinci sınıfta evden çıktım. Bir daha da eve gitmedim.
Ne yaptınız?
Hep bekar oturdum.
Gerçekten özgür ruh.
Yazları da çalışıyordum ben. Yazları karpuz servisinde çalıştığım bir yaz, bir yaz sinemanın büfesinde çalıştım. Sonra birkaç yaz balıkçılık yapıyordum. Balıkları satardım. Sinemada iki yaz çalıştım. Ondan sonra da Şişli Terakki’nin son sınıfında Nişantaşı’nın oralardan gezmeye başladım. On birinci sınıfın sonunda Berke diye bir akrabamız vardı. Onun yanındaki dükkanda iş yapmaya başladım.
Ne dükkanıydı bu?
Amerikan Pazarı. Sonra üniversite imtihanlarına girdim. En istemediğim yer geldi.
Ne geldi?
Türkoloji.
Okula devam ettiniz mi?
Türkoloji’yi kazanınca ben yazıldım İstanbul Üniversitesi’ne. Ama hiç gitmedim. Babama dedim ki ben gemilerle Avrupa’ya gitmek istiyorum. Amcam yönetiyordu gemiyi. O zaman bir gemimiz var. Selamet Vapuru. Selamet’le ben iki sene dolaştım. Gözüm açıldı. Gittim bir sefer İtalya’da kaldım, gemiyi gönderdim gelmem dedim. Sonra geldim Berke’nin yanına girdim. Ama o arada yeni özel üniversite açılıyor dediler. Nerede Nişantaşı’nda. Pardon Boyner Binası’nda. Ben saat yedi buçuk sekiz gibi gittim. Yüz kırk beşinciydim. Benden önce yüz kırk dört kişi gelmişti. Saat dörtte beşte gelenler vardı. Yüz kırk beşinci olarak yazıldım oraya. İktisadi idari bilimler. Türkiye’nin ilk özel üniversitesinde. Tam yani Kent Pasajı’nı geçince. Site Sineması’nın karşısı. Üniversitenin altında da Uluğ Mağazası vardı. Uluğ’da Adnan Polat’ın kayınpederi vardı, Güngör Mobilya. Güngör’ün ağabeyi Türkiye’nin önemli bir Amerikan Pazarı’ydı. Orada Uluğ ağabeyin yeğeniyle tanıştık. Yekta ile. Yekta ile Amerikalılardan bir iş keşfettik. Çıkacak Amerikalıların evlerine giderdik, onların mobilyalarını satın alıp, Uluğ’a satardık. İki sene o işi yaptık.
Ne yapıyordunuz?
Hem okuyordum. Mektepte o ara ayakçılık dediğim bir şey vardı onu da yapıyordum. Vepa’dan saç fırçaları alıp eczaneye dağıtıyordum, aşağıda gemicilerden eyeliner, Tophane’deki Amerikan Pazarı’na göz boyaları taşıyordum. Eczanelere mal satıyordum. Hem okuyorum hem satıyorum. En yakın arkadaşım Doğan Gürün. Amerikalılar beni seviyordu, Amerikalılara para veriyoruz bize Türkiye’de olmayan eşyalar çıkarıyorlardı. Ama sigara filan değil. Bir paket sigara satmadım.
Hangi yıl bu?
59 mezunuyum. 62-63 seneleri. Ondan sonra Berke’nin orada İpekçi Ailesi’ni tanıdım. Damat vardı Nuri Bey, çok severdi beni. Bir gün çağırdı beni. O zaman hiçbir pasaj yok ne Kent ne o bu. Gel dedi ofiste bir şey göstereceğim dedi. Çıktım. İstiklal Caddesi’nden giriyorsun alttan çıkıyorsun. Bak dedi buna pasaj denir dedi. Burada dükkan olacak, altta sinema olacak, üstte de sinema olacak. Burada sana bir dükkan vermek istiyoruz dedi. Plana baktım. Sadece sağda bir iki numaralı dükkanlara Berk yazmışlar. Ben hemen anladım. Berke kendi ismi belli olmasın diye Berk yazdırmış. Köşede büyük bir dükkan tutmuş. Her yer boş. Sağ taraftaki dükkanın üst katını da kullanabilirsin dediler. O üst katta müsait. On iki metre. Tamam dedim. İki senelik peşin vermek lazım. Bin lira mıydı neydi kirası. On altı bin lira bir indirimde yaptılar bana galiba. Fakat parayı vereceğim de dükkan nasıl yapılacak, mal nasıl olacak... Ben de her akşam Doğan Gürün ile geziyordum. Bekar oturuyorum zaten. Doğan ile de bir ev paylaşıyoruz. Ekrem Bora ile ev paylaşıyoruz.
Hem eğleniyorsunuz hem çalışıyorsunuz.
Başkaları gelince ben odamı veriyorum, kanepede yatardım. Doğan ile çok anılarımız var. Sonra dedim ki Doğan’a, işte ikinci sınıftayız. Bende para yok dedim, onbeş, yirmi bin lira bir para çıkaracağım. Babamdan da para istemiyorum, ne yapacağım belli değil. Babaannemden aldım. Yirmi bin kira var, dükkanın yapımı var, mal alınacak. Yirmi otuz bin lira daha lazım. Doğan’a dedim gel ortak olalım. Gel beraber ben dükkanı çalıştıracağım. Ben ne dersem evet derdi. Mükemmel bir adamdı. Nail Ağabey’e gittik. Benden daha fazla para koydu.
İsme nasıl karar verdiniz?
İsim ne koyalım, yazdık oraya. Vakko’dan esinlendik. Vitali Hakko. Ben oradan esinlendim. Vakko’yu çok beğeniyorum. Yazdım kâğıda. Do-mu. Mu-do. Dedim bunlardan birini seçelim. Do-Mu olmadı tabi. Mustafa ve Doğan başladık.
Hangi yıldan bahsediyoruz?
1963.
Kaç yıl kaldınız o dükkanda?
5-6 sene. 12 metrekareydi sonra 24 oldu. Orada biraz toptana başladım. Yandaki handa birkaç oda tuttum. Sonra şubeler, sonra Nişantaşı ondan sonra işte bu.
Şimdi kitaba geçelim mi?
Kitap, Vallahi nereden çıktı? Ömer'in fikri galiba. Nasıl oldu? Kitap nereden çıktı? Ömer nereden çıktı?
Ömer Taviloğlu
İşte pandemide sen ne yaptın? Pandemide 3-4 tane iş üstünde duruyordun. Biri kendi hikayen. Biz dedik ki önce bir Mudo kitabı yapalım. İkisi bir olmaz diye bir görüş çıktı. Öyle kitaba giriştik. Sonra sen Bülent Erkmen'e danıştın. Erkmen Gökhan Akçura’yı tavsiye etti bize.
Gökhan Akçura, hakikaten çok güzel iş çıkartmış. Bu muazzam bir arşiv. Türkiye'nin temel problemi arşiv eksikliği ve siz çok etkileyici bir arşive sahipsiniz. Bunu nasıl başardınız?
Ömer Taviloğlu
Şöyle şimdi, arşiv tabi çok boyutlu. Bizimki gibi sürekli de değişen bir tarafı olan moda işi yapınca bu arşiv ürün arşivi de yapılabilir. Bir sürü farklı seviyesi var bunun. Biz Reklamcılar Vakfı Türk Markaları kitap serisi yaptık. Reklamcılar Vakfı kitabındaki eski reklamlarımız beni çok etkilemişti. Hep o zamandan beri yani biz kendi arşivimizi tutmadığımız için, o dönemin mecraları, gazeteler, ulusal dergiler, haftalık, aylık, yerel, ulusal… Bunların hepsinin bir şekliyle, bir yerlerde, milli kütüphanelerde… olabileceğini düşünüyorduk. Bir bakalım ne bulabiliyoruz diye yola çıktık, bu çıktı.
Çok şey bulmuşsunuz. Çok etkileyici.
Ömer Taviloğlu
E tabi tüm eski reklam ajanslarıyla çalıştık. İşte Reklamcılar Vakfı'ndaki olan o kitaptaki görseller herkesten talep ettik sağ olsun herkes de olanları paylaştı. Sahaflarda da çok malzeme bulduk.
Sizin duygularınız ne kitapla ilgili? Bu kitaba bakınca ne dediniz?
Mustafa Taviloğlu
Vallahi Billahi kitaba daha bakmadım. Yazılarının bir tanesini de okuyamadım. Şimdi bana Ömer Aras kızıyor. Diyor ki Ömer Aras, benim kitabımı okumadın daha hala. Bir satır okumadım. Bir satır okumadım.
Neden?
Ömer Aras’ın ben her şeyini tanıyordum. Yöneticiliğini de biliyorum, huyunu da biliyorum, aileyi de biliyorum, çocukları da biliyorum. Okuyacağım, okuyacağım ama benim günü takip etmem filan, bu kitabın ben neyine bakacağım? Yazmış her şeyini başından. Eğer bir kelime okuduysam çarpılayım.
Kendi kitabını da okumayan bir girişimci…
Vallahi Billahi bir kelime okuduysam çarpılayım. Hayır sonuna kadar da bakmadım. Çünkü hepsini biliyorum. Ne olduğunu biliyorum. Mükemmel bir iş yaptı. Olağanüstü. Bir kere işin en önemli tarafı bir belge yaptı. Bir hizmet oldu. Çok güzel. Oğlum ne yaparsa bakılıyor.
Ömer bir şeyi es geçmez. Benden daha dikkatli. Benden çok daha hünerli. Ama normal. Niye? Mucize yok ki. Bir kere burada, hayatı burada okudu. 15 senedir yanımda. Nefes almadı. Liseye gittiğinden beri işlere yakın. 15 sene ne yaptı? Nasıl vakit geçti? Oradaydı. İşteydi. Dünyanın en iyi okulunda okudu. Ben Amerika'ya onun sayesinde gittim üniversite görmeyi. Bir de babası benim. Bu anadan bu babadan mucize var mı? Daha ne yani. Topraktan ot da çeksen köküne bakacaksın. Kökü iyi. Kökü iyi. Yalan yok bunun.
Sizin de öyle. Bütün kökler iyi.
İyiymiş, mucize yok. Şimdi Allah nazardan saklasın. Biz emek verdik onun karşılığını verdi. Durup dururken yani yukarıdan zembille gelmedi. Geldi burada en iyi okulları okudu. En iyi okul ama nasıl okudu? Dört sene dört kere İstanbul'a zor geldi. “Fraternity” de kaldı. Fraternity neydi? Yani Fraternity kelimesini de bilmezdik. Gittim. Üç kere gittik. Tatile gelmedi. Okudu. Yazları gitti. Mektepte çalıştı. Otomobil park etti…
Armut dibine düşüyor değil mi?
Daha iyi daha iyi. Gittikçe köklere bakarsan tamam mı, bakarsan yeşeriyor. Bu ortamla kendini yetiştirdi. Vallahi çok daha iyi. Biz sonra doğru iş aşığıyız ailece. Bizde katakulli yok. Biz hep doğru iş, doğru iş.
Kitapta da Ömer’e karışmadınız…
Bülent Erkmen bir şey dedikten sonra ben araştırmam. Hayatım boyunca hep doğru insanları buldum. Şöyle, benim hayatıma geliyor bu iş. Ben inanıyordum. İnsanlara inanıyordum. Bana inanmadılar. Ama umurumda değildi. Ben kendime inanıyordum.
Size her zaman inanıldı. Nereden çıktı bu?
Ya zor ya. Bu (Ömer) bile zor inanıyor.
Olur mu canım? Çatışma olacak ki ileri gidilsin.
Çatışmadan dolayı değil. Neyse, ben diyorum ki karışmıyorum sana diyorum, hop yapıyor, bilmem ne diyor. Diyor, desin ben umurumda değilim. Ben de saygılıyım çünkü niyetim karışmıyor. Senin niyetin ne olduktan sonra taş atsalar seni yıkamazlar. Sen kendin doğruysan, yalanın yoksa, doğruysan ve doğruluk peşinde gidiyorsan, katakullin falan yok. Neden korkacaksın? Ben hemen diyordum ki ya, ben de karışmıyorum ya. O diyor ki, ya bu karışmak değil mesele. Şimdi bu kitaba da karışmadım. Gökhan Akçura'ya karıştıysam haram olsun. İşte orada Gökhan da orada. O da orada. Bu da orada. Karışmadım. Niye karışmadım? İyi adamın işine niye karışayım? Çalıştığım reklamcılarla da karışmadım. İyi işler çıktı.
En güzel reklamlar sizin. Neler var kitaba bakınca. Hani siz bakmadınız ama şimdi ben şöyle sayfaları çevirirken size birkaç şey göstereyim. Bunlar benim reklamcılık yaptığım yıllar. 2000'ler, 90'ların sonları. Mudo Concept’in 5. yaşı. Hayranlıkla izlediğimiz reklamlardı, bol ödüller alırdı. Çok imrenirdik. Keşke böyle reklam verenimiz olsa derdik. Güzel işler. Bir anda Mudo Concept oluştu. Modanın yanında evlere de girdiniz ve sonra çok da büyüdü. Maslaktaki yerinize defalarca geldim. Akmerkez çok önemliydi. Nasıl geçtiniz Akmerkez’e?
Her şerde hayır vardır. Akmerkez hikayemiz. Ali (Dinçkök) çok yakınımdır, çok severdim. Çok takdir ettiğim kardeşimdi. Benden ufaktı ama bana çok değer verirdi. Akmerkez’in yapımında ve gelişmesinde çok şeyler paylaştık. Birkaç kere inşaata gittik. Benim o yakınlığımdan nereyi seçersen seç dedi. Orada girişi seçtim. Sonra işte olmadı. O bana girişin yerine büyük bir jestle başka bir yer gösterdi. Ama o sayede Türkiye bir “shop-in-shop” (mağaza içinde mağaza) gördü. O da işte her yerde anlatıyorum. Semt pazarlardan esinlenerek böyle bir şey yapalım dedik. Onun içine kafe açtık. Hediyelik de bir şeyler olsun dedik. Kıvır zıvır. E zaman yok. Ben gittim etraftan topladım, aldım. Sonra Paris'te fuar var dediler. Paris'e fuara gittim, fuardan aldım. Paris'teki bir arkadaşım orada ne işin var? Git Almanya’ya dedi. Almanya'ya gittik. Ömer o zaman orta okulda okuyordu.
Ömer Taviloğlu
92, 93'tü işte. Koç’ta yatılıydım.
Mustafa Taviloğlu
Ondan sonra Almanya'ya gittik. Almanya'da da 1 sene 2 sene olmadı. Çinliler geliyordu. Çin’e gidince artık her şeyin değiştiğini gördüm. Dünyada da bunun geliştiğini. Türkiye'de bir boşluk vardı. Mudo, Türkiye’nin bence son 30 senedeki en uzak ara markalarından biridir. Dünyanın yani medari iftihar tanıtacağımız yani en önemli bir markası haline geldi. Şanssızız nazara geldik. Çok büyük , çok güzel bir hamlemiz maalesef iyi şekilde sonuçlanmadı. Dubai olayı.
Dubai.
Dubai'nin en iyi yerinde bir mall’da (AVM) en büyük bir mağaza açtık. Fakat, aksilik oldu. Arkadaşımız bize mağaza yapan arkadaş, Kazak arkadaş, Kazak hükümetiyle arası bozuktu Dubai'ye yerleşti. İş hayatına girmek istedi. Bizi geldi buldu dünyada. Böyle mobilya mağazası, 2 bin metre mağaza yaptık. Bir sene tam mağazayı oturttuk şu bu. Adam affoldu. Tüm paramızı ödedi. 1 lira zarar etmedik ama hayalimiz gitti. O mağazayı kapattık. 2011’ler filan. Adam af oldu. Sattı, paralarımızı ödedi. Mağazayı kapadık.
Ben yeni işe başlayan bir öğrenci olsam, üniversitede okuyorum, bir yerlerde de staj yapıyorum. Bana ne tavsiye edersiniz?
Sevdiğin işi yap, sevdiğinle çalış.
Başarısız olunca ne yapmam lazım? Çünkü gençlerin en büyük derdi bu, hemen moralleri bozuluyor, kenara çekiliyorlar.
Hemen bir şey yok. Hemen yani yok, mucize yok yani. Nasıl hemen olsun? Koca Hüsnü Özyeğin, her yerde söylüyorum. Kitap yazdı, merak ettim ben, onu da okuyamadım. Ama arkasını okudum. Arkasında, hayatta üç şey bilirim diyor. Her yerde söylüyorum.
Neymiş o?
Birincisini söyleyeyim. Çalışmak. İkincisini de söyleyeyim mi? Sen bileceksin ikincisini.
O da mı çalışmak?
Evet.
Üçüncüsü de mi çalışmak?
İşte bak böyle.
Çalışmadan olmuyor.
Onun için senle ben buradayız işte, sen çalışıyorsun bak. Koca Hüsnü Özyeğin demiyor ki orada okudum, demiyor ki orada mucize yok. Çalışıyoruz. Bizim şimdi beş tane olmazsa olmaz şartımız vardır başarı için. Fark edilmek için. Fark edilip öncü olmak için. Seçilmek için. Yani seni seçmeleri için beşinin bir arada olması lazım. Ben manyetolu telefon zamanından geliyorum. Santrallar vardı. Babamın Mısır Çarşıs'nın içinde dükkanı vardı. Mısır Çarşısı'nın ilerisinde Sultan Hamamı’nda bina vardı. O binada yüz, iki yüz tane kız çalışırdı. Kızların görevi santral. Santralı ararsın o sana bağlar. Böyle evinden bağlamak falan diye bir şey yok. Santralı arıyordun. Ben efendim Rize'yle görüşmek istiyorum. Buyurun. Nasıl istiyorsunuz? Acele. Acele iki üç saat. Tamam acele yazdırırdın. Sonra? O seni sonra dışarı arayacaktı üç saat. Santralın başında. Babamlar alışveriş ederdi. Mahmut Amca sen akşam kaçta evdesin? Dokuzda falan. Ben sana Rize'yi bağlayayım. Ne istiyorsan bağla. Ama bağlarken sen zaten konuşurken bile araya Adana girerdi. Doğru düzgün konuşamazdın bile. Çünkü o onu bağlıyor. Ondan sonra seni bağlıyor falan. Bana deseydin ki şimdi sen Ömer. Ya baba ben sana cebine bir şey vereceğim. Hep anlattığım şeyler bu. Bunu iki yüz kere anlattım. Ama hala anlatıyorum. Hala inanmazsın. Bak şimdi bu telefon çalsa, Ömer baba bir dakika dur, annem Hong Kong’da onu da bağlayayım diyecek.
Beş önemliye geri dönelim.
Bak bir dakika bir dakika. Beş altı oldu.
Altı önemli unsur…
Çünkü niye? Bak şimdi. Üç tane var biz bilirdik. Üç tane. Hayatta iyi olabilmesi için. Örnek olarak şöyle derdik. Balıktan örnek verirdik. Balık. Bir kere balık iyi olacak. Balık kötü olursa yenmezmiş. İmkanı yok yani. Balık iyi olacak. Balık nedir? Hamı. Yani ürün iyi olacak. Ürün. Balık ürün. Bu olmazsa olmaz. İkincisi o balık ne kadar iyi olursa olsun iyi ayıklanması lazım. Ayıklanmaya da biz vitrin derdik. Yani güzel yani teşhirini iyi yapacaksın.
Ki sizin vitrinler çok şahane oluyor hep.
Oldu yani ben hayatım boyunca vitrine önem verdim. Üçüncüsü de ikinci vitrin gibi. Üçüncüsü de balık iyi olacak, iyi temizlenecek ve iyi pişecek. Yani bunu vitrine koymak da yetmez. Bunun konuşmasını yapacaksın. Pazarlamasını yapacaksın ürünün. Anlatacaksın reklamını.
Şu anda pazarlamanın üç önemli unsurunu söylediniz. Ürün, satış noktası ve pazarlama.
Dört gün önce altıncıyı da duydum. Ve yeni inandım. Şimdi: Ürün, Vitrin, mekân, kuruluş yeri, bulunduğun yer.
Satış noktası.
Kuruluş yeri. O kuruluş yerinin içindeki mekân. Servis. Şart servis ve fiyat. Bu beşinden birisi eksik olursa. Yani Allah'ın dağı olursa gelmeleri çok güç oluyor. Çünkü artık telefondan her şeye ulaşılıyor. Yerin iyi olacak. Gittiği zaman servis görmek istiyor insan. Eğer perakende mağazasıysan. Ve bunun dışında yerin iyi olacak. Ürün. Fiyatın iyi olmazsa da satma şansın çok zor. Şimdi bunun dışında altıncı. İnsan ne istiyor biliyor musun? Oradaki ahalinin de iyi olması lazım dedi bana biri. Yani bilhassa bu gıda sektörü için çok geçerli. Yani senin ürünün ne kadar iyi olursa olsun. Fiyatın ne kadar iyi olursa olsun. Servisin ne kadar iyi olursa olsun, muhitin çok önemli. Oradaki bulunan insanlar her yere gitmiyorlar. Kimler var diye de bakıyorlar artık. Kim alışveriş ediyor, kim geliyor diye.
Bu dönemi nasıl değerlendiriyorsunuz?
Her şey çok zorlaştı. Eskisi gibi değil. Çok zorlaştı. Yani eskiden koydum çayıra, mevlam kayıra. Malı getirirdik. Mal iki, üç tane. Balık işte zaten yolda. Ürünü ben iyi seçerdim. Rakip yokmuş. Geliyor alıyorlardı. Şimdi öyle değil ki. İnternette moda da var, mobilya da. Mesela, taş ocakçı Instagram’dan satıyor. Ve neyini pazarlıyor biliyor musun? Bende makine var diyor. Makinelerini gösteriyor. Onu gösteriyor. İki sandalye yapan da burada.
Son olarak kitap hakkında ne söylemek istersiniz?
Ömer Taviloğlu
Mudo’nun 60 yılı aşan geçmişini bir araya getiren bu kitap bizim için yalnızca bir arşiv değil, bir anlamda nereye gittiğimizi hatırlatan bir pusula niteliğinde. Kitap hem köklerimizi hem de yenilenme yolculuğumuzu en iyi anlatan çalışma oldu. Özgünlük, cesaret ve yaratıcılık her zaman markamızın özündeydi, gelecekte de öyle olacak.
Kitabın künyesi:
DÜNYALI OLMAK. Mudo’nun Reklam Tarihinde Bir Yolculuk
Yayın Yönetmeni: Gökhan Akçura
Yayın Koordinatörü: Neslihan Muratbeyoğlu
Arşiv Tarama: Mudo Pazarlama Ekibi
Kitap Tasarımı: Gökçe Genç, Erman Yılmaz / Informal Project
Tasarım Uygulaması: Beyza Ceylan, Informal Project
Tasarım Danışmanı: Bülent Erkmen
Baskı: Ofset Yapımevi
İstanbul, Ocak 2024