Bir kütüphaneden sessizce bir kitap kaybolur. Rafın arasında açılan o küçük boşluk, bir eksilme değil midir aslında? Sayfaların arasına sinmiş bir zamandır o. Tozuyla, kokusuyla, hatırasıyla… Birinin parmak ucundan, bir başkasının merakından, bir kütüphanecinin sabrından süzülüp bugüne gelmiştir. Ve bir gün sessizce yok olur. Bir kitap kaybolduğunda, sadece bir nesne değil, bir zaman dilimi de yitirilir.
Yakınlarda İngiltere ve Almanya’da yapılan büyük bir operasyon, böyle bir yokluğun izini sürüyordu. 2017’de Londra’daki bir müzayede deposundan çalınan yüzlerce nadir kitap, yedi yıl sonra yeniden gündeme geldi. “Pushkin Heist” yani “Puşkin Operasyonu” adıyla anılan bu olayda, Puşkin, Galileo, Newton, Dante, Goya ve benzeri büyük isimlerin nadir baskılarıyla birlikte, Rus klasiklerinin ilk edisyonları da hedef alınmıştı. Yaklaşık 3 milyon dolarlık değeriyle, Avrupa kütüphanelerinden çalınan en büyük koleksiyonlardan biriydi; kitapların kimi şimdi bulunuyor, bazısı eksik sayfalarıyla, bazısı onarılamaz yaralarla… Ama asıl mesele şu: Çalınan yalnızca kitaplar mıydı, yoksa insanlığın ortak belleğinden koparılan parçalar mı? Interpol’ün dikkatli takibi ve müzayede kayıtlarının incelenmesiyle operasyon başlatıldı.
Nadir kitap hırsızlığı, soğukkanlı ama derin bir suçtur. Çünkü hedefte yalnızca bir “nesne” değil, bir zaman vardır. El yazmalarının, ilk baskıların, eski haritaların ya da imzalı nüshaların izini sürmek, aslında uygarlığın izini sürmektir. Bir cildin arasında kalan parmak izi, bir yazarın el yazısındaki titreme, sayfa kenarına düşen bir mürekkep lekesi… Bunlar, tarihin maddi kanıtlarıdır. Ve her çalınan eser, bir hatıranın sessizce silinmesidir.
“Pushkin Heist” soruşturması büyüdükçe, olayın ardındaki ilginç figürler de ortaya çıktı. Bunlardan biri, Gürcistanlı Beqa Tsirekidze idi. Avrupa basını ona “kitap büyücüsü” lakabını taktı. Kütüphanelere akademisyen kılığında girip, nadir eserleri dikkatle inceleyip, sonra yerlerine birebir sahtelerini bırakacak kadar incelikli bir yöntem kullanmışlardı. Sahte kitaplar, yaşlandırma teknikleriyle orijinallerine birebir benzetilmişti. Eurojust verilerine göre bu ağ, Avrupa genelinde 170 tarihi kitabı çalmış; maddi zararı 2,5 milyon Euro olarak hesaplanmıştı. Tsirekidze, cezaevindeyken verdiği röportajda, bir kitabı eline aldığı anda onun değerini “hissedebildiğini” söylüyor. “Bir kitap büyücüsüyüm,” diyor, “bir kitabı elime aldığımda onun kokusundan neye dönüşeceğini anlarım.” Kelimeleri ürkütücü bir tevazu taşıyor: sanki suçu değil, büyüyü anlatıyor. Ama bu “büyü”, insanlığın belleğinde derin bir kara delik açıyor. Dahası, insanlığın ortak mirası olan o eseri, gözlerden uzak bir kasada kilitli, tek bir kişinin mülkiyet nesnesine, yaşayan bir hafıza olmaktan çıkarıp soğuk bir ganimete dönüştürüyor.
Bizde de durum farklı değil. Sahaflar, koleksiyoncular, kütüphaneler yıllardır “kaybolan” el yazmalarını, eski matbu eserlerin sessizce ortadan yok oluşunu anlatır. Belki Süleymaniye'nin raflarından eksilen paha biçilmez bir el yazmasıdır o, belki de bir hattatın terekesinden sessizce kaybolan eşsiz bir hilye... Osmanlı’dan kalma yazmaların bir kısmı Avrupa müzayedelerinde belirdiğinde şaşırırız; bazılarıysa artık hiçbir yerde yoktur. Örneğin, 18. yüzyıla ait bir tıp yazması 2021’de Paris’teki bir müzayedede ortaya çıkmıştı.
Bir kitabın eksilmesi, aslında kimliğimizin eksilmesidir. Çünkü biz o sayfaların arasında kendi geçmişimizi, kendi sesimizi, kendi hikâyemizi bırakmışızdır. Benim için eski bir kitabın kokusu, çocukluğun bir anısı gibidir. Sayfalar sararmıştır, kenarları yıpranmıştır ama hâlâ yaşar. Bir kitabı eline alıp çevirdiğinde yalnızca kelimeleri değil, geçmişin nefesini de hissedersin. Belki de o yüzden bu hırsızlıkların yarattığı sarsıntı sadece müzelerde değil, kalbimizdedir. Çünkü çalınan, sayfalardaki mürekkep değil, o mürekkebin kuruduğu zamandır.
İşte tam da bu yüzden, bu kaybın telafisi sanıldığı kadar kolay değildir. Dijital arşivleme, kültürel envanterlerin paylaşımı, uluslararası dayanışma… Bunlar elbette önemli. Fakat akla şu soru geliyor: Bir kitabın dijital kopyası, onun tozunun, kokusunun, sayfa kenarına düşmüş bir mürekkep lekesinin taşıdığı hatıranın yerini tutabilir mi? Dijital kopyalar bilgiye erişimi kolaylaştırsa da fiziksel temasın verdiği duyguyu taşıyamaz.
İşte bu yüzden asıl koruma duygusu aidiyetle başlar. Bir kitabın nereden geldiğini, kimlerin ellerinden geçtiğini, hangi hikâyeye dokunduğunu bilmek… onu sevmektir. Ve belki de asıl güvenlik, sevginin bıraktığı izdedir.
Kayıp kitapların hikâyesi, sadece hırsızların değil, insanlığın hikâyesidir. Her çalınan kitapla birlikte biraz daha unuturuz kim olduğumuzu, nereden geldiğimizi... Ve bir gün fark ederiz ki, raflarda yalnızca eksik kitaplar değil, eksik hafızalar kalmıştır.