Algoritmalar olası bir seli öngörebilir ama esas olan bunun sonuçlarıyla ilgili vicdani ve adil kararları kimin, nasıl verdiğidir. Bu noktada mesele artık doğayla değil, insanlıkla ilgili bir testtir.
“Modern insan, doğayı fethetti. Ama kendine hâlâ yabancı.” Zygmunt Bauman
Dijital çağın en net resmi şu: Yapabileceklerimizin sınırı genişliyor ama neyi, neden yaptığımızı ve sonuçlarını her geçen gün daha çok unutuyoruz.
Sonsuz bir veri akıyor. İşlem kapasitesi güçleniyor. Modeller daha kabiliyetli hale geliyor. Gezegenin ısındığını biliyoruz. Bu ısınmanın etkilerini ölçüyoruz, tür kayıplarını takip ediyoruz. Ama bu bilgi, bir türlü sorumluluğa dönüşmüyor. Çünkü asıl eksik olan şey veri değil, vicdan.
Sürdürülebilirlik, teknik bir mesele değil
Yıllardır sürdürülebilirlik gündemini ve önemini konuşuyoruz. Ama çoğu zaman meseleyi sadece bir mühendislik problemi gibi ele alıyoruz: Enerji verimliliği, karbon ayak izi, geri dönüşüm meselesi…
Bunlar elbette önemli. Ancak bugünkü kriz, bir mühendislik problemi değil. Daha derinde. Bugün yaşadığımız sorunlar sarmalı bir sistem hatası değil, aslında bir tercih kümesinin sonucu. Üretimi kârdan, yaşamı verimlilikten, doğayı sadece hammadde, vahşi tüketimi ise mutluluk formülü olarak gören uygarlık modelinin çıktısı bu.
Ulrich Beck’in ‘risk toplumu’ tanımında olduğu gibi. Modernlik, kendi krizlerini üretip sonra onlara çözüm arayan bir yapıya dönüştü. İklim krizini biz yarattık. Şimdi, sözde yapay zekâ desteğiyle çözme gayretine girişiyoruz.
Burada da sorun şu: Mevcut bakış açısı ve değerlerle bu tür sorunlara çözüm bulmak samimi ve gerçekçi değil. Bu, bizi sadece daha ‘verimli’ bir yıkıma sürükleme potansiyeline sahip.
Vicdani eylem kapasitesi
Yapay zekâ bize birçok çözüm sunuyor. Afetleri tahmin ediyor, sulama sistemlerini optimize ediyor, lojistik verimlilik sağlıyor, enerji akışını düzenliyor.
Hepsi faydalı ve olması gereken. Ama tek başına yeterli değil. Çünkü, Hannah Arendt’in hatırlattığı gibi: “Teknik araçlar, ahlâki kararların yerini alamaz.”
Eylem, sadece sonuç değil, sorumluluk almayla da ilgilidir. Algoritmalar olası bir seli öngörebilir ama esas olan bunun sonuçlarıyla ilgili vicdani ve adil kararları kimin, nasıl verdiğidir. Bu noktada mesele artık doğayla değil, insanlıkla ilgili bir testtir. Daha da net ifade edelim: Bu, ahlâki ve vicdani eylem kapasitemizle ilgilidir.
Kodları kim yazıyor?
Yapay zekâ destekli sistemlerle karbon salımını azaltmak artık mümkün. Ancak, gerçekten neyi düzeltmeye çalıştığımızı anlamadan, neden bu kadar karbon saldığımızı sorgulamadan gerçek bir sonuç almak zor. Sorunun cevabı yalnızca teknolojide değil; aynı zamanda etik anlayışımızda ve sorumluluk bilincimizde gizli.
Peki, bu teknolojiyi kim geliştiriyor ve kimler bundan fayda sağlıyor? Şirketler için bu sorular, etik ile kâr arasındaki çizgide bir denge kurmayı zorunlu kılıyor. Kamusal aktörler için kısa vadeli çıkarlarla uzun vadeli toplumsal fayda arasında bir tercih anlamına geliyor. Bireyler açısından ise kritik bir ayrım beliriyor: Sistemin sürükleneni mi olacağız, yoksa onu dönüştüren aktif öznesi mi?
Sosyolog Pierre Bourdieu'nün “habitus” kavramı, toplumsal yapıların bireyin düşünce ve davranışlarını nasıl şekillendirdiğini anlatır. Bugün sadece toplumsal yapılar değil, algoritmalar da habitus üretiyor. Teknoloji sadece bir araç değil; kim olduğumuzu, nasıl düşündüğümüzü, neye değer verdiğimizi şekillendiren bir sistem haline geldi. Dolayısıyla algoritmaların içine hangi önceliklerin ve hangi değerlerin gömüldüğü de artık keskin şekilde belirleyici durumda.
Yorgunluk toplumu
Dolayısıyla, bugün yaşadığımız kriz, aynı zamanda kültürel ve varoluşsal bir kriz. İnsan ne için yaşar? Hangi ilişki biçimleri anlamlıdır? Gelecek yalnızca verimlilikle mi kurulur, insani değerleri de korumak gerekmez mi?
Byung-Chul Han’ın “yorgunluk toplumu” tanımı önemli. Her şey daha hızlı, daha üretken, daha performans odaklı. Ama anlam gittikçe kayboluyor. Sorun üretkenlik değil. Sorun, bağlam eksikliği. Çözüm önerileri çok, ama yönelim yok. Eylem yetersiz. İstek zaten baştan kayıp.
Böyle bir ortamda akıllı sürdürülebilirlik, teknik bir model değil, ahlâki bir yönelim olarak karşımıza çıkıyor. Teknolojiyi geliştiriyoruz, evet. Ama, her şeyin yanında, nasıl daha iyi bir hayat kurarız sorusunu da artık gündeme alacak mıyız?
Sonuçta
Evet, teknoloji ilerliyor. Geri dönmek imkânsız. Zaten buna gerek de yok. Ama teknolojiyle gideceğimiz yönü seçmek hâlâ mümkün.
Yapay zekâ ile birlikte mesele, “nasıl daha adil, daha anlamlı, daha yaşanabilir bir hayat kurarız?” sorusunun cevabında. Çünkü artık zekâdan çok, yön gerekiyor. Veriden çok, vicdan. Ve hızdan çok, değer…
O yüzden bu çağın en radikal sorusu bana göre şudur: Zekâ kapasitesini geliştirdik. Peki, insanlığı da geliştirmeye niyetli miyiz?