Geçtiğimiz hafta sonu açılan TÜYAP Diyarbakır Kitap Fuarı, önümüzdeki 26 Ekim Pazar akşamı sona eriyor. Ben, bu sene açılışında bulundum ve aynı gün TÜYAP tarafından düzenlenen bir panelde konuşmacıydım. Şair ve yazar Ahmet Çakmak ile birlikte katıldığım etkinliğin konusu, “Diyarbakır’ın Edebiyatında Lezzet ve Hafıza” idi. Ben, Diyarbakırlı yazarların iyi bir okuru; o, Diyarbakırlı iyi bir şair ve yazar olarak bence tez konusu niteliğini taşıyan, ancak yapılmış bir incelemeye rastlamadığım bu konuyu ayrıntılı bir biçimde konuştuk. İşte anlattıklarımdan bir bölüm:
Diyarbakır’ın edebiyatında sofranın, yemeğin, mutfağın nasıl bir yer tuttuğunu konuşacağız bugün. Çünkü biliyoruz ki Diyarbakır yalnızca taşlarıyla, surlarıyla, tarihiyle ve sözcükleriyle değil; aynı zamanda mutfağıyla da önemli bir şehir. Bu mutfak, yalnızca damak tadı değil; aynı zamanda hatırlamanın, yaşamanın ve paylaşmanın biçimi.
Diyarbakır edebiyatı sacayağı üzerine oturur: Toprak (Hevsel Bahçeleri'nin bereketi), Su (Dicle'nin hayat verici akışı) ve İnsan (kültürlerin buluşma noktası). Edebiyattaki sofra ise, bu üç unsurun bir araya geldiği yerdir.
Diyarbakır mutfağı, Mezopotamya’nın binlerce yıllık kültürel birikiminin damıtılmış halidir. Bu mutfakta Ermeni, Kürt, Süryani, Arap ve Türk toplulukların izleri vardır; her tarif, bir halkın hikâyesini taşır.
Diyarbakırlı yaşlı bir komşum bir gün şöyle demişti:
“Evladım, bizde yemek yalnızca karın doyurmaz; gönül doyurur.”
İşte Diyarbakır edebiyatı bu gönül sofralarının hikâyesidir.
Diyarbakırlı edebiyatçılarımız, bu kadim kentin yemeklerini kimi zaman bir çocukluk hatırası, kimi zaman bir manevî arayışın simgesi, kimi zaman da kültürel belleğin taşıyıcısı olarak dile getirmiştir.
Ahmed Arif: Tuz-ekmek payı
İlk durağımız Ahmed Arif. Onun şiirlerinde sofralar doğrudan betimlenmez belki ama “tuz-ekmek payı” sözü, bütün bir hayatın kardeşlik ve sadakat üzerine kurulabileceğini anlatır bize.
Şöyle der Kalbim Dinamit Kuyusu’nda:
“Kuşatmışlar / Sesimi, soluğumu / Kesilmiş / Tuz-ekmek payım / Vurgunum / Ve darda, / Gözaltındayım.”
Ekmek, halkın en temel gıdasıdır; ama Arif’in dizelerinde bu ekmek aynı zamanda bir sözleşmedir. Tuz ve ekmek birlikte yenmişse, artık o bağ kopmaz. Yani yemek, Arif’te yalnızca karın doyurmaz; dostluğu, dayanışmayı simgeler.
Sezai Karakoç: Manevî sofra
Ya Sezai Karakoç… Onun şiirlerinde sofralar dünyevî olmaktan çıkar, manevî bir ziyafete dönüşür.
“Hızır’la Kırk Saat”teki dizelerindeki gibi, ekmek ve içecek burada Tanrı ile insan arasındaki ikramın, uhrevî paylaşımın sembolleridir. Diyarbakır’da büyüyen bir çocuk için ekmek gündelik bir nesnedir; ama Karakoç’un dizelerinde, ekmek artık bir “azık”tır, bir “yol yemeği”, manevî yolculuğun gıdasıdır.
Cahit Sıtkı Tarancı: İçecek ve hatıra
Bir diğer Diyarbakırlı şair Cahit Sıtkı Tarancı, sofraları bambaşka bir şekilde işler. Onun dizelerinde içecekler hem yaşam sevincinin hem de hatıranın simgesidir.
Ünlü “Desem ki…” şiirinde sofranın üzerine konan içecek, geçmişin bir yadigârıdır. Dizelerinde içecekler, kimi zaman neşe, kimi zaman da melankoli taşır. Sofra ise bir sahne gibidir; aşk, hatıra ve zaman aynı masada buluşur.
Mıgırdıç Margosyan: Çocukluğun tatlı hafızası
Diyarbakır edebiyatının belki de en renkli mutfak sahnelerini, Hançepek Mahallesi’nde doğan Mıgırdıç Margosyan’da buluruz.
Şöyle anlatır:
“Bizim muhallebimiz yoğurttu; çikolatamız da üzüm şırasından yapılmış, güneşte kurutulmuş, sonra kalıp halinde kesilmiş ‘kesme’… Yoğurda pekmez katardık, kaşık kaşık yerdik. Bizim pastamızdı bu, daha doğrusu bizim kekimiz… Şaşırdınız mı…?”
Bu sözler bize çocukluğun tatlarını taşır. Çikolatanın olmadığı günlerde üzüm şırasından yapılan kesme, yoğurt ve pekmezle birleşen küçük mutluluklar… Fırından çıkan ekmeğin komşulara tattırılması… Bunlar yalnızca yemek değil; aynı zamanda mahallenin dayanışma ritüelleridir. Margosyan’ın öyküleri, Diyarbakır’ın çokkültürlü, çokdilli belleğini sofralar üzerinden anlatır.
Silva Özyerli: Amida’nın Sofrası
Ve Silva Özyerli. Onun “Amida’nın Sofrası” kitabı, Diyarbakır mutfağını bir tarih gibi kaydeder. 125 tarifin eşlik ettiği bu çalışma, Ermeni, Süryani, Keldani ve Kürt toplulukların sofralarını bugüne taşır.
Özyerli için mutfak bir kimlik ifadesidir. Unutulmuş yemekleri hatırlamak, yalnızca damak tadını değil, belleği de korumaktır. Onun için mutfak, aynı zamanda bir direniş biçimidir. Neye karşı bir direniş? Unutmaya, unutturulmaya ve kültürel tektipleşmeye karşı. Çünkü kaybolan bir tarif, yalnızca bir lezzetin değil; o lezzeti yaratan bir halkın, bir ailenin, bir komşuluk anısının da kaybolmasıdır. Sofrada yan yana oturtulan yemekler, aslında bir arada yaşatılan kültürlerdir.
Kemal Varol: Anne sofrası
Kemal Varol’un geçtiğimiz günlerde yayınlanan Onu Sevdiğim Zamanlar’ında “anne sofrası” evin kalbidir: kısık ateşte ağır ağır karıştırılan ayran çorbasına katılan pung (yarpuz)un kokusu, sacda pişen nanın buğusu, beslenme kutusuna konan yumurta ve tulum peyniri… Bir başka akşam tek bir büyük kâsede paylaşılan mercimek çorbası, yoksulluğun içten bir birliktelik hâline gelişidir. Ve bir kutu Bergama tulumu etrafında büyüyen o adaletsizlik hikâyesi, yemeğin nasıl travmanın sembolüne dönüşebileceğini gösterir: bazı tatlar, dilimizde değil, içimizde kalır.
Ahmet Çakmak: Meyhaneler ve hatıralar
Günümüz edebiyatında Diyarbakır’ın yeme-içme kültürünü en sahici biçimde anlatan isimlerden biri, Ahmet Çakmak’tır. Onun kitaplarında kent, yalnızca bir coğrafya değil; her köşesinde yemek kokusu, her satırında sofra sıcaklığı bulunan canlı bir organizmadır.
Çakmak’ın metinlerinde Diyarbakır’ın pavyonlar sokağı, Ben û Sen Meyhanesi, Çiftlik Lokantası gibi mekânlar, kentin yeme-içme kültürünün sosyal belleğini taşır. Masalarda “kişnişli turşular, örgülü peynirler, kaburga dolması, ayvalı kavurma, pilav ve mevsim salataları” yer alır. Yalnızca yemek değil, ilişkiler, sınıflar, dostluklar da bu sofralarda kurulur.
Bir yerde “kesif sarımsakla harmanlanmış anason kokusu”ndan söz eder; bir başka yerde “kenger ve süzme yoğurt”tan yapılan tabaklardan. Bu detaylar, onun metinlerinde yemeklerin yalnızca lezzet değil, karakterlerin psikolojisine, sosyal yapıya ve dönemin ruhuna dair ipuçları taşıdığını gösterir.
Tıpkı Ahmed Arif’in “tuz-ekmek payı”nda olduğu gibi, Ahmet Çakmak’ın dünyasında da sofra bir dayanışma mekânıdır. Kadehlerin tokuştuğu masalarda yalnızca içecekler değil; hayat, acı, sevinç, gurbet ve özlem paylaşılır.
Sofranın ortak anlamı
Diyarbakır’ın edebiyatında yemek yalnızca yemek değildir. Sofra, yukarıda anlattığım farklı isimlerde, farklı seslerde farklı anlamlar taşır ama sonunda aynı gerçeğe çıkar:
Diyarbakır’ın edebiyatında gastronomi, birlikte yaşamanın ve hatırlamanın dilidir.
Diyarbakır’da bir sofra kuruldu mu, yalnızca yemek yenmez; aynı zamanda geçmişle gelecek buluşur, kimlikler kaynaşır, dostluklar pekişir. İşte edebiyatçılarımızın sayfalarında da gördüğümüz budur: Sofra, şehrin ortak hafızasıdır.
Gelin Diyarbakır, UNESCO Yaratıcı Şehirler Ağı'na gastronomi ile aday olurken, edebiyatı da bu mirasın parçası yapalım. UNESCO’ya yalnızca tariflerle değil, bu tariflerin hikâyeleriyle başvuralım. Her yemeğin yanında bir şiir, bir öykü, bir hatıra sunalım.
Çünkü Diyarbakır’ın gastronomisi, edebiyatla birlikte anlam kazanır.
Kentte 12 bin 400 yıllık bir lezzet serüveni var; insanlığın lezzet serüveninin başladığı bir yerdeyiz.
Türkiye'de Yaratıcı Şehirler Ağı'nda Gaziantep, Hatay ve Afyon var. Diyarbakır da inşallah dördüncü şehir olur.
