Ankara Kavaklıdere’deki tarihi And Evi’nin yüksek tavanlı salonu, o akşam zarif bir buluşmaya sahne oluyordu. 10’uncu Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, İsmet İnönü’nün kızı Özden Toker, sanat dünyasının seçkin isimleri ve müzik tutkunları bir aradaydı:
Sevda-Cenap And Müzik Vakfı’nın, Cevza And Başman anısına 1988’den beri verdiği Altın Madalya, 38’inci kez (6 Aralık 2024), besteci Hasan Uçarsu’ya sunulacaktı. Vakıf, Uçarsu’nun “ulusal bestecilik ekolüne olağanüstü katkıları, ulusal müziği evrensel düzeye taşıyan kompozisyon anlayışı ve eğitimci kimliği”ni oybirliğiyle ödüllendirmişti. Bu madalya, yalnızca bir ödül değil; yarım yüzyılı aşan bir süredir müziğe adanmış bir ömrün, tutkuyla örülmüş bir sanat yolculuğunun simgesiydi.
Diğer madalya sahipleri için olduğu gibi Vakıf, Hasan Uçarsu için de bir kitap yayınlayacaktı. Bu çalışmanın benim tarafımdan yapılması istendiğinde büyük bir sevinç duydum. İlk buluşmamızın ardından hemen kolları sıvadık…
Onunla gerçekleştirdiğimiz uzun sohbetler, bir bestecinin notalarının ardındaki derin ve katmanlı evreni keşfetmemi sağlıyordu. Biliyordum ki her sanat eseri bir hikâye, bir birikim, bir arayış taşıyordu, ancak müzik, bunların içinde belki de en soyut olanıydı. Hazırlayacağım kitap, yalnızca bir biyografi değil; bir pikabın cızırtısıyla başlayan, akordeonun körüğünde yankılanan, hocaların bilgeliğiyle şekillenen ve opera sahnelerinde çağlayan tutkulu bir yolculuğun içten bir anlatısı olacaktı.
Hasan Uçarsu’nun yolculuğu, 1960’ların sayfiye kokulu Bostancı’sında, Şenesenevler’de bahçeli evlerin sıcaklığında başlıyordu. Uzak yol kaptanı bir babanın dünyanın dört bir yanından getirdiği plaklar, küçük bir çocuk için oyuncaktan öte, sihirli pencerelerdi: Arjantin tangoları, operalar… Ancak bu yol her zaman düz değildi. TRT’de gördüğü bir akordeonun büyüsüne kapılan heves, birtakım nedenlerle bir süre sonra kaybolacaktı. Müziğin ruhunu arayan genç bir öğrencinin hayal kırıklığı, sanat eğitiminin hem parlatan hem söndüren yüzünü ortaya koyuyordu.
Ancak müzik, küllerinden yeniden doğacak, Kadıköy Anadolu Lisesi’nin müzik odası bir “kültürel vaha” olacaktı. Plak dinletileri, harçlıklarla alınan nota kitapları ve üç flütle Mozart’ın Küçük Bir Gece Müziği’ni çalma cesareti… İşte bu anlar, yaratıcılığa uzanan ilk bilinçli adımlardı. Fidanını büyüten ustalar – Muammer Sun’un cesareti, Adnan Saygun’un analitik zekâsı, Cemal Reşit Rey’in müzik sezgisi – Uçarsu’nun sanatında eşsiz bir sentez yaratıyordu. Ardından, “Akvaryumun dışına çıkma” arzusuyla başlayan Amerika yılları geliyordu. Bu kesitler, yerelden beslenip evrensele ulaşan bir sanatçı portresini tamamlayacaktı.
Uçarsu’nun anıları, aynı zamanda Türkiye’nin son 50 yılının kültürel panoramasıydı: TRT radyosunun tekeli, özel girişimlerin sanata desteği, 12 Eylül’ün gölgesi, AKM’nin kapanışı ve yeniden açılışı…
Uçarsu’nun sanat felsefesi, müziğin icracının nefesinde hayat bulduğunu söylüyordu. Ona duyulan derin saygı, eseri kamusal alana taşıyan “etli kemikli insan”a minnettarlık söz konusuydu… Bu, yalnızca bir bestecinin değil, sanatın en saf hâlinin – paylaşımın ve birlikte yaratmanın – hikâyesiydi.
İlkbahardan beri, notaların ardındaki bu zengin evrene, bir bestecinin kalbine ve zihnine yolculuk ediyoruz. Böyle bir tarihi, bir başarıyı kaleme alma şansına sahip olmak tarifsiz bir mutluluk… Çalışmamız hâlâ devam ediyor tıpkı her notanın, yeni bir hikâyenin başlangıcı olduğu gibi.
Hasan Uçarsu’nun evreni, yalnızca bir bestecinin değil, bir ülkenin müzikle yoğrulmuş ruhunun öyküsü olacak bu kitap ve inanıyorum ki onun adanmışlığını, tutkusunu ve sanatın dönüştürücü gücünü gelecek nesillere anlatmak için bir köprü görevi görecek…