Bir metro kapısında ikiye ayrılan sevgililer gibi… Bekle Beni, zamana, sürgüne ve belirsizliğe rağmen birbirini bekleyen insanların romanı. Livaneli’nin kaleminde acı, tıpkı müzik gibi, yavaşça umuda dönüşüyor. Defalarca kez darbelerle ezilen ve bekleme coğrafyası haline gelen ülkemizin hiç de yabancı olmadığı bir hikâye!
“Çocuklarım ve eşim Gürcistan’da” dedi Ukraynalı meslektaşım… Eşi, Gürcü olduğu için savaş çıkınca çocukları alıp kendi memleketine gitmiş. “Ben Ukrayna’yı bırakamam. Güzel günleri görene kadar böyle bekleyeceğiz ailemizin birleşmesini” diye ekledi acı bir gülümsemeyle. Uzun uzun savaşı değil barışı kutsamamız gerektiğinden bahsettim, tatlı boş bir ifadeyle dinledi beni. Onunla konuştuklarımız ve daha çok konuşamadıklarımız kaldı aklımda, Avrupa Ekonomi Medyası’nı (European Business Media/EBM) İstanbul’da ağırladığımız toplantıdan…
Beklemek… Ne olacağını bilmeden ve belki en kötüsü umutla… Tam bunları düşünürken, metronun rüzgârı yüzüme ve sapsarı reklam giydirmesi gözüme çarpıyor! Sarı kaplamanın üzerinde “Livaneli/Bekle Beni” yazıyor. Metronun açılıp kapanan kapılarından birinde elinde valizi ile bir erkek, diğerinde kırmızı kıyafeti içinde bir kadın var. Metro istasyona yanaşınca, kapıların açılmasıyla birbirine uzaklaşan kadın ve adam…
Misafirlerimizi ağırlamamızın koşturmacası arasında metrodaki o kitap tanıtımı ayaklarımı kitapevine götürüyor. Ayrılığın rengine boyanmış sapsarı raftan kitabımı alıyorum. İki gün sonra çıkacağım İzmir seyahatimde okumak üzere çantama atıyorum.
zor, zor yıllar…
Can Yayınları’dan çıkan Zülfü Livaneli’nin son kitabı Bekle Beni ben bu satırları yazdığım sırada 150 binlik ilk baskısının ardından ikinci baskısını yapıyordu.
Livaneli’nin “Fırtınalarda yitip giden ve parçalanan ailelere” ithaf ettiği bu kitap hayal meyal hatırladığım bir güne götürüyor beni:
Henüz ilkokula başlamadığım zamanlar… Babam akşam annemin tabirle “Zülfü”nün bir kasetiyle geliyor eve. Defalarca kez “Zor Yıllar” dinleniyor. 80 Darbesi’nin travmasını tüm ülke olarak atlatmaya çalıştığımız yıllarda sanata da damga vuran o eserlerden biri oluyor “Zor Yıllar”… Sezen Aksu’nun da söylediği, sözleri Zülfü Livaneli’ye ait bu şarkının nakaratını kısaca hatırlatayım, belki zihninizde bir yerde bu yazıya eşlik eder:
“Yaralayan sözler sözler gibi
Silinmeyen izler izler gibi
Birbirini gözler gözler gibi
Zor, zor yıllar…”
Bir de Aysel Gürel’in “Sürgün”ü var ki; ona bu yazımızda hiç girmeyelim… Hele Cem Karaca’nın “Bekle Beni”sine hiç!
zebanilerin işkencesi
neydi sahi?
Bekle Beni’nin hikâyesi 80’lerde değil 70’li yıllarda geçiyor. Bir başka toplumsal travmamız 12 Mart Darbesi’nin açtığı yaraları anlatıyor. Leyla ve Sevim’in aşkı! Zavallı aşklarımız bile ülke gündemine feda edildiği bir coğrafyada Ankara ve İstanbul ve İsveç arası geçen bir bekleme halini tarif ediyor.
Livaneli’nin, Freud’un öğrencisi, 20. yüzyılın öne çıkan psikiyatristlerinden Carl Jung’tan yaptığı alıntı o “bekleme” durumunu hız çağında yaşayan bizlere en iyi şekilde anlatıyor:
“Düşünceleri daima isabetli olan amcam
bir gün beni sokakta durdurup sordu:
‘Zebaninin cehennemdeki ruhlara nasıl
işkence ettiğini biliyor musun?’
‘Hayır’, dediğimde ‘Onları bekletir’
diye yanıtladı.”
Beklenen ve bekleyen dışında bu toplumsal yaraların pek de konuşmadığımız kahramanları var. O da en yakınlarını çok geç tanıyan çocuklar… Bir arkadaşım “12 Mart Darbesi yapıldığında henüz bebektim. Babam yıllar sonra eve döndüğünde çok mutsuz oldum. Annem yabancı bu adamı, babamı bir anda hayatımızın merkezine almıştı” demişti.
“belirsizlik bir zehir gibi damarlarına işlerdi”
Kitapta Livaneli’nin yaptığı bir başka çarpıcı alıntı “… o an aklına Sokrates’in hikâyesi geldi. Hani idam kararı verildiğinde, karısı, ‘Seni haksız yere mahkûm ettiler’ demişti ya… Sokrates o bilge alaycılığıyla ‘Daha iyi ya, haklı olarak mı mahkûm etselerdi’ diye cevap vermişti” şeklindeyken onu şöyle çürütmesi de etkileyiciydi aslında: “Ama hapishaneye düşüp bu gri duvarların arasında kalınca anlamıştı; Sokrates yanılmıştı. Haklı olarak mahkûm edilmek, haksızlık yapılmasından çok daha iyiydi. Haksız yere içeri atıldığında, ortada ne bir suç ne bir gerekçe ne bir anlam vardı. Belirsizlik bir zehir gibi damarlarına işlerdi.”
Bu belirsizlik hissini belki de yeni kuşağa anlatmanın en güzel yolu, yaşadığımız pandemi sırasında “İki hafta sonra önümüzü görürüz” açıklamalarındaki o iki haftanın uzunca bir süre hiç bitmemesi olduğunu hatırlatmaktır…
Livaneli, kitabın sonsözünde romanının kendi hayatından izler taşısa da bunun bir özyaşam öyküsü olmadığını söylüyor. Sanırım o dönemin en yakın tanıklarından biri olarak müzikle, sinemayla kurdukları dayanışma ağından da bahsetmesini umut ederdim. Ekim ayı yazımı kitaptan güzel bir alıntıyla tamamlayalım. Livaneli kitabında “Bu konuda dünyanın en güzel dizeleri” diye tanımlıyor bu satırları. Biz de şair Robert Frost’un o satırlarını daha güzele ulaşma hayaliyle çıktıkları yollarda ailelerinden, sevdiklerinden, ülkelerinden ayrı kalmak zorunda kalanlara hediye edelim:
“Ormanda giderken
Yol ikiye ayrıldı
Ve ben seçtim
Daha az gidilmiş olanı.”