Cumhuriyet Bayramı’nın coşkusuyla, bir milletin yeniden doğuşunu kutladığımız bu günlerde, cumhuriyet öncesi edebiyatımıza baktığımızda bu uyanışın alevli meşalesi olarak parladığını görürüz. Osmanlı’nın son demlerinde, imparatorluğun gölgesinde filizlenen kalemler, Mustafa Kemal Atatürk’ün liderliğinde bir ulusun kaderini yazmaya destek olacaklardır.
Meşrutiyet’in fikri zemininde, Namık Kemal’in ‘vatan’ mefhumuna yüklediği ateşten ruhla ve Ziya Gökalp’in milliyetçilik düşüncesine çektiği kuşatıcı çerçeveyle yeşeren bu bilinç, Millî Mücadele’de bir destana, Cumhuriyet’in ilanıyla bu bilinç, bir milletin özgürlük ve bağımsızlık şarkısına dönüşecektir. Atatürk’ün vizyonu, edebiyatı yalnızca sanat olmaktan çıkaracak; kalem, kılıç kadar keskin kelimeler bir ulusun ruhunu yeniden inşa eden birer çekiç olacaktır.
29 Ekim 1923’te temelleri atılan Cumhuriyet, yazarların ve şairlerin dizelerinde hayat bulacak; her satır, bir milletin kendi sesini bulduğu, kendi hikâyesini yazdığı bir zaferin yankısını iletecektir. Bugün, Cumhuriyet Bayramı’ndaki bu yazıda, o kalemlerin mirasını kutlarken, Atatürk’ün “Fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” nesiller hayalini edebiyatın gücüyle yeniden konuşacağız.
CUMHURİYET ÖNCESİ VE MİLLÎ MÜCADELE’DE ATATÜRK’LE TANIŞAN EDEBİYATÇILAR
Mehmet Âkif Ersoy
Kalemin cephane olduğu günlerdi… Kurtuluş Savaşı yıllarında, yazı da bir silah gibiydi. Mehmet Âkif Ersoy, cepheleri dolaşıyor, halkı bağımsızlık için ayağa kaldıran konuşmalar yapıyordu. Onun kaleminden çıkan İstiklâl Marşı, 1921’de Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde kabul edildi. Âkif, Millî Mücadele döneminde Atatürk’le aynı ideal çevresinde yer almış, onun çağrısına yanıt veren aydınlardan biri olmuştu. Şiirleri ve vaazlarıyla direnişin ruhunu taşımış, kelimeleriyle cephedeki asker kadar mücadele etmişti.
Halide Edib Adıvar
O günlerin bir başka güçlü sesi, Halide Edib Adıvar’dı. Millî Mücadele yıllarında Anadolu’da cepheleri gezmiş, mitinglerde konuşmuş, özellikle Sultanahmet Mitingi’nde halkı direnişe çağırmış, Sivas Kongresi’nde Atatürk’ün çağrısıyla yer almış, ardından Ankara’da Millî Mücadele’nin dışa dönük yüzlerinden biri hâline gelmişti. İngilizce bilen nadir kadınlardan biri olarak Atatürk’ün yakın çevresinde, gelen yabancı gazeteci ve siyasetçilere rehberlik edip çevirmenlik yapmıştı.
Şöyle diyordu Halide Edib:
“Mustafa Kemal Paşa’da yalnız askerî bir deha değil, büyük bir inkılapçının kararlılığı vardı.”
Türk’ün Ateşle İmtihanı adlı anı kitabı, Millî Mücadele’nin en canlı tanıklıklarından biridir; burada Atatürk’ü doğrudan bir lider, düşünür ve insan olarak resmeder. Kitapta, Sivas Kongresi’ndeki tartışmalardan Anadolu cephelerindeki günlük hayata kadar Atatürk’ün kararlılığını, vizyonunu ve halkla bağını ayrıntılı betimler. Onun stratejik yoğunluğunu ve duygusal derinliğini, bir ulusun kaderini omuzlarında taşıyan bir irade olarak anlatır.
Bu eser, yalnızca tarihî bir belge değil, aynı zamanda edebiyatın gücüyle Atatürk’ün kişiliğini uzun ömürlü bir anlatıya dönüştüren bir metindir; Cumhuriyet’in temellerini atan ortak yolculuk, Halide Edib’in kaleminde hem zaferin hem de fedakârlığın hikâyesi hâline gelmiştir.
Diğer tanık kadın yazarlar
Cumhuriyet’in ilk yıllarında başka kadın kalemler de vardı. Atatürk’ün kadınların toplumsal hayata tam katılımını esas alan yaklaşımı, onların yazdıklarında yankı buldu; Cumhuriyet, kadınların sesiyle daha gür konuştu.
Nezihe Muhiddin, yalnızca bir yazar değil, aynı zamanda bir kadın hakları savunucusuydu. 1923’te Kadınlar Halk Fırkası’nı kurmaya çalışmış; parti kabul edilmeyince bu girişim Türk Kadınlar Birliği’ne dönüşmüştü. Nezihe Hanım, dergiler yayımlamış, romanlarında kadın kimliğini ve özgürlük arayışını işlemişti.
Sabiha Sertel, gazeteciliği bir mücadele alanı olarak görüyordu; Resimli Ay ile hem edebiyat hem fikir dünyasında iz bıraktı. Bu kadınlar, Cumhuriyet’in yalnız siyasi değil, toplumsal dönüşümünde de kalemleriyle yer aldılar.
Şukûfe Nihal Başar, şiirlerinde özgür kadın kimliğini savunarak kadının yalnız anne veya eş değil, toplumun düşünen bireyi olduğunu vurguladı; romanlarında kadınların eğitim, aşk ve bağımsızlık arayışlarını işledi.
Suat Derviş ise Cumhuriyet’in ilk yıllarında toplumsal eşitsizlikleri görünür kılan bir vicdan kalemiydi; romanlarında sınıf farklarını, kadın emeğini ve yoksulluğu işledi, kadın kimliğinin bastırılışına karşı ses yükseltti.
1934’te kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanınması, Nezihe Muhiddin’in öncülüğünü ve bu kuşağın ısrarlı mücadelesini toplumsal düzeyde karşılayan tarihî bir adımdı; edebiyatla politika arasındaki bu köprü, kadın yurttaşlığının hem hukuki hem kültürel zeminini güçlendirdi.
Böylece Türk edebiyatı, Cumhuriyet’le birlikte hem yeni bir dil hem de eşitliğe dayalı yeni bir vicdan kazandı.
CUMHURİYET’İN İLK YILLARINDA ATATÜRK’LE YAKIN ÇALIŞAN EDEBİYATÇILAR
Yakup Kadri Karaosmanoğlu
Cumhuriyet’in ilk yıllarında, Atatürk kültürü ve sanatı devrimin ayrılmaz parçası olarak gördü. Çankaya Köşkü’ndeki akşam sofraları yalnızca siyaset konuşulan yerler değildi; tarih, müzik, edebiyat ve dil üzerine tartışmaların yapıldığı birer okul gibiydi.
Yakup Kadri Cumhuriyet’in romanını yazıyordu: Yaban, Ankara, Panorama… Onun kahramanları savaşın gölgesinde değil, yeni bir toplumun ışığında arayıştaydı. Şöyle diyordu Ankara’da:
“Cumhuriyet, yalnız siyasal değil, ahlâkî bir inkılaptır.”
Yahya Kemal Beyatlı
Yahya Kemal Beyatlı, Atatürk’le kültür ve tarih sohbetlerinde yer aldı. Şiirlerinde millî bilinç ve tarih vurgusu, Atatürk’ün millî kültür anlayışıyla örtüşüyordu. Onun eserleri, Cumhuriyet’in kültürel temelinin edebiyattaki yansımalarını gösteriyordu.
Falih Rıfkı Atay
Atatürk’ün çevresinde yer alan gazeteciler, Cumhuriyet’in belleğini oluşturdular. Falih Rıfkı Atay uzun yıllar Atatürk’ün yakınında bulundu; yurtiçi gezilerde ona eşlik etti. Daha sonra yazdığı Çankaya kitabı, yalnız bir hatırat değil, aynı zamanda bir çağın iç tanıklığıdır.
Ruşen Eşref Ünaydın
Ruşen Eşref Ünaydın da Atatürk’ün yakın çevresindeydi. Onunla yaptığı görüşmeleri derleyerek Atatürk’le Konuşmalar kitabını yayımladı. Bu görüşmeler, Sakarya Zaferi sonrasında ve Cumhuriyet’in ilanına giden süreçte yapılmıştı. Eser, Atatürk’ün düşüncelerini kendi sözleriyle aktaran ilk el kaynaklardan biridir.
Basın, edebiyat ve siyaset arasındaki çizgiler o yıllarda silinmişti; kalem hem tanıklığın hem de sorumluluğun simgesiydi.
DEVRİMLER VE EDEBİYAT: HARF DEVRİMİ, DİL VE TARİH KURUMLARI
1928’de Harf Devrimi gerçekleşti; Arap alfabesi yerine Latin harfleri kabul edildi. Bu yalnız bir alfabe değişimi değil, bir düşünme biçimi devrimiydi.
1932’de Türk Dili Tetkik Cemiyeti (bugünkü Türk Dil Kurumu) kuruldu. Kurucuları arasında Yakup Kadri, Ruşen Eşref, Celâl Sahir Erozan, Ali Canip Yöntem gibi edebiyatçılar vardı. Amaç, Türkçeyi sadeleştirip halkın kendi diliyle devlet dili arasında köprü kurmaktı.
Aynı dönemde Türk Tarih Kurumu da kurumsallaşarak dil, tarih ve edebiyatın birlikte düşünülmesini güçlendirdi.
Atatürk, Dolmabahçe Sarayı’ndaki dil toplantılarında bizzat tartışmalara katılıyor, Türkçenin kökeni ve kelime köprüleri üzerine fikir üretiyordu.
Klasik eserlerin Türkçeye çevrilmesini teşvik etti. 1930’lardan itibaren başlayan bu çeviri hareketi, 1940’larda Hasan Âli Yücel’in Millî Eğitim Bakanlığı döneminde doruğa ulaştı. Molière, Homeros, Goethe, Tolstoy gibi yazarlar Türkçede yeni bir sesle yankılandı.
Cumhuriyet, yalnız yönetim biçimiyle değil, kütüphanesiyle de kuruldu. 1930’ların sonu, Cumhuriyet’in ilk kuşağının mirasını devralan yeni yazarların sahneye çıktığı yıllardı. Ahmet Hamdi Tanpınar, Nâzım Hikmet Ran, Cahit Sıtkı Tarancı, Sabahattin Ali gibi isimler, Atatürk’ün oluşturduğu kültürel atmosferde yetiştiler
Ahmet Hamdi Tanpınar
Ahmet Hamdi Tanpınar, Beş Şehir’in “Erzurum” bölümünde Atatürk’ü anlatır. Erzurum’u bir şehirden çok, bir yeniden doğuş mekânı olarak görür. Mustafa Kemal Paşa’nın bu kente gelişi, Tanpınar’ın kaleminde bir tarih sahnesinden çok, bir ruhun uyanışıdır.
Tanpınar, Atatürk’ü bir kahraman değil, zamanı onaran bir insan olarak anlatır. Onun gelişiyle şehir bir haritadan çıkar, bir hafıza mekânına dönüşür. Dağların ardında açılan sabah, Türk insanının kendine inanmayı öğrendiği andır.
Bu sayfalarda kahramanlık değil, derin bir sükûnet vardır; bir ulusun kendi sesini yeniden duyması:
“Atatürk’ü ilk defa Erzurum’da gördüm. Onunla tek konuşmam da Erzurum Lisesi’nde oldu. İki gün evvel Kars kapısında bütün şehir halkı ile beraber karşıladığımız adam, liseye gelir gelmez beraberindeki ‘huzuru mutad zevatın’ arasından adeta sıyrılarak aramıza girdi. Sâkin, kibar, daima dikkatli ve her şeye alâkalıydı. O günü Erzurum Lisesindeki hocalara, talebelere, orada rastlayacaklarına vermişti. Ne pahasına olursa olsun sözünü tutacaktı. Yemeğe kalmayacaktı, fakat ikindi çayı içmeğe razı oldu. Yarım saatte gidecekti. Üç buçuk saat bizimle kaldı.
Kendisine söylenenleri son derecede rahat bir dinleyiş tarzı vardı. Bununla beraber araya garip bir mesafe koymasını da biliyordu. Bu mesafe, yalnız yaptığı işlerden veya mevkiden gelmiyordu, Mustafa Kemalliğinden geliyordu. (…)”
Cahit Sıtkı Tarancı ve Sabahattin Ali
Cahit Sıtkı, sade Türkçeyle bireyin iç dünyasına döndü; Sabahattin Ali, halkın, emeğin, adaletin hikâyelerini anlattı. Bu kuşak, Atatürk devrimlerinin ardından doğan özgür düşüncenin sesi oldu.
Edebiyat artık bir temsil değil, bir bilinç hâline gelmişti.
Nâzım Hikmet Ran
Nâzım Hikmet, Atatürk’le birebir temas kurmamış olsa da onun kurduğu Cumhuriyet’in en gür seslerinden biri oldu. Kuvâyi Milliye Destanı’nda Kurtuluş Savaşı’nı halkın diliyle, yoksul köylünün, cephedeki askerin gözünden anlattı.
Atatürk’ün halkçılık ilkesi, Nâzım’ın şiirinde bir bilinç hâline geldi. Onun toplumsal adaleti önceleyen söylemi, Cumhuriyet’in adalet arayışına eşlik etti.
Siyasi baskılara rağmen yazdığı destan, halkın vicdanında Cumhuriyet’in özlemleriyle buluştu. “Bu memleket bizim” derken yalnızca bir şiir değil, bir çağrıyı yazıyordu. Atatürk’ün kurmak istediği “fikri hür” toplumun en özgür seslerinden biri oldu.
ATATÜRK’ÜN EDEBİYATÇILAR ÜZERİNDEKİ KALICI ETKİSİ
Atatürk hiçbir zaman bir roman yazmadı, ama bir edebiyat iklimi kurdu.
Sanatı, milletin ruhunun aynası saydı; sanatçının halktan kopmaması gerektiğini vurguladı.
O, yalnızca siyasal değil, düşünsel bir devrimin de mimarıydı. Etrafındaki yazarlar ve sanatçılar, onun sağladığı özgürlük alanında kendi seslerini buldular. Kimi yanında yürüdü, kimi uzaktan ama aynı ufka bakarak yazdı.
Atatürk’ün “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller” sözü, bu yazarların kaleminde ete kemiğe büründü.
Bugün dönüp baktığımızda, o kuşağın mirası hâlâ sürüyor. Cumhuriyet yalnız bir yönetim biçimi değil, bir düşünme biçimi.
Bir milletin kendine inanması, kendi dilinde düşünmesiyle başlar. Ve o dili yeniden kuran, yalnız bir devlet adamı değil, kelimelere inanan edebiyatçılardı ve onlar, kurdukları o dil ile Cumhuriyet’i bugüne ve yarına taşıdılar.
