Türkiye’yi anlamak için mutfağa bakmak gerek. Çünkü sofralar yalnızca yemek yenilen yerler değil, toplumun ruhunu, ekonomik gerçeklerini, kültürel hafızasını ve değişim sancılarını en çıplak haliyle gösteren aynaları.
FutureBright Group ve T24 iş birliğiyle gerçekleştirilen “Türkiye’nin Tadı ve Sofranın Anlamı” araştırmasının bir bölümünü FutureBright Group Kurucusu, Veri ve Veri Teknolojileri Uzmanı Akan Abdula’nın anlatımıyla Gastronometro’da Nilhan Aras’ın geleneksel sabah kahvaltılarından birinde dinledim. Türk toplumunun yemek kültürü ve sofra alışkanlıkları üzerinden sosyolojik, kültürel ve ekonomik bir değerlendirmeydi ve Haziran sonunda açıklandığında beni üzerinde uzun uzun düşündürmüştü. Araştırma, Türkiye’nin damak tadını, sofra alışkanlıklarını ve bu alışkanlıkların toplumun dönüşümünü nasıl yansıttığını ortaya koyarak ülkenin mevcut durumuna dair üzerinde çalışılması gereken çarpıcı bir portre çiziyordu.
Kendi alanında bir ilk olan ve ürettiği verilerle çarpıcı bir Türkiye okuması ortaya koyan araştırmada; Kantitatif Araştırma, ZMET Bilinç Dışı Araştırması ve Kalitatif Araştırma metodları kullanılmıştı. 1000 kişiyle online anket yapılmış, 16 online ZMET görüşmesi düzenlenmiş ve toplam 50 katılımcı ile 7 gün boyunca çevrimiçi topluluk platformu üzerinden kalitatif araştırma yürütülmüştü.
Damak Tadı ve Sosyolojik Acı
Araştırma, Türkiye’nin damak tadını “acı” (%36) olarak tanımlarken, bu tercih sadece yemekle sınırlı olmayan bir metafor olarak öne çıkıyordu. Acı tat, ekonomik baskılar, hızlı şehirleşme, politik gerilimler ve bireyselleşmenin getirdiği stresle şekillenen bir toplumsal ruh halini yansıtıyordu. Katılımcıların %31’inin tatlıyı, %16’sının tuzluyu ve %9’unun ekşiyi seçmesi, Türkiye’nin çeşitlilik içeren ama ağırlıklı olarak yoğun ve ağır bir duygusal iklime sahip olduğunu gösteriyordu. Bu, toplumun hem dayanıklılığını hem de yaşadığı baskılar karşısında öz şefkat arayışını ifade ediyordu.
Sofralar: Güven ve Öz Şefkat Merkezi
Sofralar, Türkiye’de sadece yemek yenilen bir alan değil, aynı zamanda güven, aidiyet ve öz şefkat arayışının merkeziydi. Akan Abdula’nın belirttiği gibi, “Sofrada aynı şeyleri yemek, aynı şeyleri konuşmak güven ve öz şefkat veriyor”du. Ancak, bu güven alanı, mega şehirleşmenin ve bireyselleşmenin etkisiyle dönüşüyor. Geleneksel geniş aile sofraları yerini mikro topluluklara bırakıyor; geniş ailelerin oranı %12,8’e düşerken, 2,8 milyon bekar anne hem anne hem baba rollerini üstlenerek çocuklarının sağlıklı beslenmesi için daha kaygılı bir tutum sergiliyordu. Abdula, markaların sosyal projelerle bu annelerin ihtiyaçlarına odaklanması gerektiğini, zira ekonomik kısıtlamalar ve bireyselleşmenin sofraları küçülttüğünü ve büyük paketli ürünlerin yerini mikro porsiyonlara bıraktığını vurguluyordu.
Her 10 aileden sadece 3’ünün sofrayı kolektif bir şekilde kurup toplaması, bireyselleşmenin ve aile yapılarının küçülmesinin bir göstergesiydi. Bekar annelerin oranının yüzde 10’u aşması ve her iki evlilikten birinin boşanmayla sonuçlanması (yıllık 550 bin evliliğe karşı resmi 188 bin, gayri resmi 220 bin boşanma), Türkiye’nin geleneksel aile yapısından uzaklaştığını ve birey odaklı bir topluma evrildiğini ortaya koyuyor, buna rağmen, sofralar hâlâ güven ve şefkatin sembolü olarak umut vadediyordu.
Mutfak ve Malzemeler: Gelenekselden Yenilikçiye
Türk mutfağının vazgeçilmezleri salça (%33), et (%27) ve baharat (%22) olarak sıralanıyordu. Salça, et tüketiminin azalmasıyla birlikte sofralarda refah ve tatmin hissi yaratmak için öne çıkıyor, Türkiye’nin “salça ülkesi” olarak tanımlanması, ekonomik kısıtlamaların mutfak alışkanlıklarını nasıl şekillendirdiğini gösteriyordu. Pul biberin (%31) baharatlar arasında lider olması, damak tadındaki kırmızıya ve acıya eğilimi pekiştiriyordu. Ancak, zeytinyağı (%10) ve balığın neredeyse hiç anılmaması, Türkiye’nin bir Akdeniz ülkesi olmasına rağmen karasal bir mutfak kültürüne sahip olduğunu ve deniz ürünleri tüketiminin niş kaldığını doğruluyordu. Buna karşın, toplumun yeniliklere açık olduğu görülüyor; fast food tarzı yemeklerin evde %50 oranında yapılması ve sosyal medya trendlerinin (Dubai çikolatası %57, Dalgona kahvesi %22) takip edilmesi, Türkiye’nin geleneksel ile modern arasında bir köprü kurduğunu gösteriyordu.
Anne Yemeği ve Nostaljik Bağlar
“Anne yemeği” denince akla sarma (%15), kuru fasulye (%11) ve dolma (%10) geliyordu. Bu yemekler, Türkiye’nin nostaljiye ve çocukluk anılarına olan bağlılığını yansıtıyor, Abdula’nın ifadesiyle, “Annelerimiz hayatta olduğu sürece hepimiz çocuk kalıyor” duk. Bu, Türkiye toplumunun yetişkin sorumluluklarını reddetme eğilimini ve çözümü başkalarından bekleme alışkanlığını ortaya koyuyordu. Anne yemekleri, bireylerin stresli yaşamlarında bir sığınak olarak görülüyor, ancak bu nostalji, değişen aile yapıları ve bireyselleşme karşısında giderek zayıflıyordu.
Ekonomik ve Sosyal Dinamikler
Türkiye’de her 10 kişiden 8’i evde yemek yapıyordu, dışarıdan sipariş verme oranı ise düşüktü (%2 her gün, %24 haftada birkaç kez). Lahmacun, döner ve pizza gibi yemekler dışarıda en çok tercih edilenler arasındaydı. Bu, ekonomik kısıtlamaların dışarıda yemek yemeyi azalttığını ve evde yemek yapımını güçlendirdiğini gösteriyordu. Araştırmaya göre, evde sofra kurmanın kârlı olabilmesi için hane başına 2,1 kişi gerekiyor; bu da dışarıda yemek yeme veya sipariş verme eğilimini artırıyordu. Dondurulmuş geleneksel yemeklerin, özellikle 18-24 yaş grubu arasında popülerleşmesi, yoğun yaşamların pratik çözümler aradığını ortaya koyuyordu. Sosyal medyanın yemek seçimlerini etkilemesi (%15 “çok etkiler”, %30 “etkiler”) ise özellikle gençlerin trendlere açık olduğunu ve görsel şovlara ilgisinin yüksek olduğunu gösteriyordu. Sia Insight 2024 gençlik araştırmasına göre, gençlerin %85’i pandemi ve yoksullaşma nedeniyle aileleriyle yaşıyordu. Barınma krizi, tek başına ev kiralamayı imkânsız hale getirirken, beyaz yakalılar bile markasız ve indirimli ürünlere yöneliyor, bu da ekonomik baskıların sofralara yansımasını gösteriyordu.
Yaşlanan Nüfus ve Rafine Tüketiciler
Türkiye, Avrupa’nın en hızlı yaşlanan ülkelerinden biriydi. 2038’de “çok yaşlı” kategorisine girecek olan ülke, 38-50 yaş ve üzeri nüfusun sofra alışkanlıklarında daha deneyimci ve rafine bir tüketime yöneliyordu. Ortalama yaşam süresi 78’e ulaşsa da kaliteli yaşam süresi 55’te kalıyordu. Antidepresan kullanımındaki %800’lük artış, stresli yaşam koşullarının ve mental sağlık sorunlarının toplum üzerindeki etkisini gözler önüne seriyordu. Gençler, 90’lara kadar yaşayacakları bilinciyle daha az baskı hissediyor ve ekonomik olarak “vur patlasın, çal oynasın” bir tüketim eğilimine yöneliyordu. Ancak, bu tüketim, genellikle ev, araba gibi büyük yatırımlardan ziyade anlık tatminlere odaklanıyordu.
Mega Şehirleşme ve Bireyselleşme
Türkiye’nin mega şehirleşmesi (Adana, Bursa, Antalya gibi şehirlerin mega şehir statüsüne yükselmesi) ve 10 yıl içinde 18 mega şehre ulaşma projeksiyonu, yaşam tarzlarını kökten değiştirmişti. Hanelerin %40’ında mikro aileler (anne, baba, tek çocuk) bulunuyordu ve geniş aile kavramı neredeyse ortadan kalkmıştı. Ortalama hane büyüklüğü 130 metrekareden 90 metrekareye düşerken, bireyler aynı evde bile bireysel alanlarda yaşıyordu. Sofrada ekran kullanımı (%80) ve çocuklu ailelerin %60’ında tablet/telefon varlığı, kolektif yemek kültürünün zayıfladığını gösteriyordu. Abdula’nın tabiriyle, “Türkiye ne tam yalnız ne tam kalabalık; ortada, otantik bir yerde”ydi. Bu otantiklik hem dayanışmaya olan inancı koruma hem de bireyselleşme arasında bir denge arayışını yansıtıyordu.
Alkol ve Sofranın Kutsallığı
Sofranın kutsallığı, Türkiye’de hâlâ güçlü bir metafor olsa da tablet ve telefonların sofraya girmesiyle bu kavram zedeleniyordu. Alkol tüketimi (%40) genellikle dışarıda, 2-3 kişilik mikro topluluklarda gerçekleşiyordu. Genç muhafazakârlar arasında alkol tüketimi artarken sosyolojik bagajların azaldığı görülüyordu. Bu, genç neslin daha barışçıl ve hayat tarzlarına saygılı bir yaklaşım benimsediğini gösteriyordu. Abdula’nın ifadesiyle, “Gençler bir araya geldiğinde kimsenin hayat tarzına karışmıyor”du.
Yenilikçilik ve Gelenekselcilik Arasında
Türkiye, geleneksel yemeklerden (mercimek çorbası, çoban salata, et kavurma, baklava) vazgeçmese de yeniliklere açıktı. Farklı ülke mutfakları metropollerde popülerleşirken, 25-34 yaş grubu tüm mutfakları deneyimlemeye daha yatkındı. Yurt dışında Türk yemeklerinden vazgeçmeme eğilimi (%55 hem yerel hem Türk yemekleri yiyor) ise Türkiye’nin kendi mutfağına olan güçlü bağını gösteriyordu. Ancak, sosyal medya trendlerinin etkisiyle yenilikçi tatlara (waffle, Dubai çikolatası) olan ilgi, toplumun görsel ve hızlı tüketim kültürüne adapte olduğunu ortaya koyuyordu.
Türkiye’nin Otantik Dönüşümü
Türkiye, sofralarından yansıyan bir dönüşüm sürecinde. Acı tadı, kırmızı rengi ve salça merkezli mutfağıyla, ekonomik ve sosyal baskıların gölgesinde öz şefkat ve güven arıyor. Geleneksel aile yapıları çözülürken, mikro topluluklar ve bireyselleşme öne çıkıyor. Mega şehirleşme, yaşlanan nüfus, antidepresan kullanımındaki artış ve barınma krizi, toplumun yoğun bir stres altında olduğunu gösteriyor. Ancak, bu stres, yenilikçilik ve deneyim arayışıyla dengeleniyor. Türkiye ne tam geleneksel ne tam modern ne tam yalnız ne tam kalabalık. Bu otantik denge, Türkiye’nin hem dayanıklılığını hem de değişime açıklığını yansıtıyor.
Bence bu dönüşümün ilerleyen yıllarda yeme-içme kültürünü ve gıda endüstrisini daha da şekillendirmesi kaçınılmaz görünüyor. Bireyselleşme ve pratiklik arayışı, markaları 'tek kişilik porsiyonlarda geleneksel lezzetler', 'pişirmeye hazır yemek kitleri' ve 'gurme dondurulmuş ürünler' gibi yenilikçi çözümlere yöneltecektir. Böylece 'anne yemeği' nostaljisi, metropol hayatının hızına yenik düşmek yerine form değiştirerek varlığını sürdürecek. Sofralar fiziksel olarak küçülse de teknoloji ve bilinçli tüketimle desteklenen yeni 'mikro-topluluk' ritüelleri veya 'nitelikli yalnızlık' anları yaratarak, anlamını dönüştürmeye devam edecektir. Bu nedenlerle sofralar, gelecekte de bu dönüşümün hem aynası hem de sığınağı olarak kalacaktır.