Bugün saat dokuzu beş geçe her yıl olduğu gibi siren sesi ile birlikte zaman bir anlığına duracak. Kuşlar susacak, makineler susacak, şehirlerin kalabalığı bile nefesini tutacak. Bir ülke aynı anda susmayı başarırsa, o sessizliğin sesi yankıya dönüşür. İlk kez 1941’de çalınan o siren sesi, teknolojinin değil; kalbin saatidir artık. Bir kalp durmuştur, ama milyonlarcası onun ritminde atmaya devam etmektedir.
Her yıl aynı soruyu kendime sorarım: Biz o ânı mı anıyoruz, yoksa o andan yeniden mi doğuyoruz? Çünkü o sessizlik, bir bitiş değil, bir başlangıç gibidir. Zaman durmaz aslında; sadece yön değiştirir. O sessizlikte kendi iç sesimizi duyarız. Tarihin en yüksek seslerinden biridir o suskunluk; o sessizlikte yeniden düşünmeye başlarız.
Anıtkabir’e her gidişimde düşünürüm; Emin Onat ve Orhan Arda’nın tasarladığı o anıtsal yapı, bir mimarinin değil, bir düşüncenin bedenidir. Merdivenler, yalnızca birer basamak değil, birer kavramdır. Her basamakta cehaletin biraz daha geride kaldığını hissedersiniz. Bir anıta değil, bir manifestoya yaklaşırsınız. Atatürk orada uyumaz; düşünür. Ve her ziyaretçi, o düşüncenin parantezine kendi geleceğini yazar.
Ama onu yalnız Anıtkabir’de bulmayız. Bazen bir çocuğun okul kapısından içeri girerken taşıdığı heyecanda görürüz. Bir öğretmenin tebeşir tozuna sinmiş sabrında. Bir mühendis köprü inşa ederken, bir hemşire yara sararken… Kimi günler kaybederiz onu: reklamlarda, gürültüde, birbirimize tahammülsüzlüğümüzde. Sonra bir kitap sayfasında, bir laboratuvar ışığında, bir sanatçının tuvalinde, bir kadının kararlılığında yeniden buluruz. Çünkü o artık bir beden değil; bir yön duygusudur.
Ben o yönü, Nutuk’un eski baskılarını sahaflarda ararken bulmuştum yıllar önce. Kadıköy Akmar Pasajı’nda, sevgili Murat Çulcu’nun sahaf dükkânında karşıma çıkmıştı. Elime geçtiğinde, 1927 tarihli baskının mürekkebi hâlâ kurumamış gibiydi. Sayfaları çevirirken yalnızca bir kitabı değil, bir çağın sesini dinliyordum. Kapağını açtığımda yayılan o kâğıt kokusu, sanki bir yüzyılın soluğuydu. İçindeki haritaları tek tek inceledim; siperlerin, cephelerin, hatların ardında bir düşünce coğrafyası vardı. O sayfalar arasında, bir liderin yalnızca zaferlerini değil, kendi vicdanını nasıl hesap ettiğini gördüm.
Nutuk kadar derin bir iz bırakan başka eserleri de vardır Atatürk’ün: Afet İnan’la birlikte kaleme aldığı Medenî Bilgiler, Geometri, Bölüğün Muharebe Eğitimi, Cumalı Ordugâhı, Takımın Muharebe Eğitimi, Taktik ve Tatbikat Gezisi, Subay ve Komutan ile Konuşmalar… Hepsi, bir milletin yalnız kılıcını değil, aklını da keskinleştirmek için yazılmış metinlerdir. Bu eserler, sadece tarihî belge değil, bugün bir yöneticiye, bir mühendise, bir öğretmene yol gösterebilecek strateji ve liderlik dersleridir.
Onun yazdığı Geometri kitabını açtığınızda, bir liderin savaş meydanından sonra kavram tanımladığını görürsünüz. “Üçgen nedir?” diye yazarken bile bir ulusun düşünme biçimini kuruyordur. Çünkü modern bir toplum, ancak kavramları netleşmiş, rasyonel bir dille inşa edilebilirdi. Nutuk’u okuduğunuzda, sadece bir tarih değil, bir vicdan kaydına dokunursunuz. Bu yüzden, yalnızca kütüphanelerde değil, her yurttaşın belleğinde yaşar.
Atatürk, yalnızca sevilmek için değil, düşünülmek için yaşadı. 10 Kasım, bu yüzden bir yas değil, bir muhasebe günüdür: Aklın ve bilimin rehberliğinde neredeydik, nereye gidiyoruz, hâlâ aynı ilkelerde mi yürüyoruz? Çünkü o yalnız bir lider değil, bir düşünme biçimidir.
“Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır, fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır” derken bize aslında bir görev bıraktı: Kendini değil, fikrini yaşatmak.
Siren biter. Zaman yeniden akmaya başlar. Ama hiçbir şey aynı değildir artık. O sessizlikte, kalbimize kazınmış bir cümle yankılanır: “En büyük eserim Cumhuriyet’tir.”
Ve biz, her yıl o cümlenin içinde yeniden doğarız. Çünkü 10 Kasım, bir bitiş değil; düşüncenin yeniden nefes aldığı andır. 09.05’te duran zaman, aslında o anda yeniden başlar.
Ve ben her 10 Kasım sabahı, o kitap sayfalarının arasında bulduğum o ruhla, yeniden ve her seferinde daha güçlü, yürürüm Anıtkabir merdivenlerine…
