Türkiye’de yeni teknolojilerin uyarlanması ve teknoloji şirketlerinin finansmanına ilişkin veriler, en önemli sorunun reel sektörün iş modellerinde inovasyon yapılmaması olduğuna işaret ediyor.
Bilişim Sanayicileri Derneği’nin (TÜBİSAD), 25 Eylül 2025’te Yapı Kredi Genel Müdürlüğünde yaptığı toplantıda TÜBİSAD Başkanı Mehmet Ali Tombalak önemli bir soru sordu: “Apple’ı kim finanse etti?” Onun yanıtı, Türkiye’nin teknoloji şirketleri ile bölge çapında birer güç haline getirmeye odaklandığı için “devletin iş vererek finanse etmesi” oldu. Benim yanıtımsa, “Sarı Mercedes’li yatırımcı” oldu. Benimki çok derin bir bilgi barındırmıyor. Jobs filminde de görüldüğü gibi bir yatırımcı Apple’ın kurucusu Steve Jobs ve avanesinin çalıştığı garajın önüne arabasını çekerek bu gençlere ilk yatırımı yapar. Benim bilgim bununla sınırlıdır; yani bu konuda olan.
Tombalak’ın bahsettiği konuda ise, daha önce öğrendiğim şekilde, şirketlerin büyümesinin borsa ya da devlet tarafından fonlanması gerektiğini ya da ancak böyle mümkün olduğunu düşünüyorum. Şu anda Trump yönetiminin teknoloji şirketlerine yapmaya çalıştığı yatırım, yeni dönemde rekabetin hangi eksene oturacağını gösteriyor. Her ne kadar bugünlerde yatırımla ilgili ödeme konusunda belirsizlik gündeme getirilse de, ABD Başkanı Donald Trump’ın Ağustos 2025’te Intel’in yüzde 10 hissesini ABD yönetimine satmayı kabul ettiğini açıklaması bu yönelimin yeni nesil bir örneği. TikTok’un ABD’li yatırımcıların eline geçmesi için sürdürülen çabalar ise, bu konuda bir diğer örnek. Çin uzun bir süredir hedef alanlar belirleyip burada faaliyet gösteren şirketlere yatırım yaparak uluslararası markalar çıkarma pratiğini sergiliyor.
Geçmişte de bu iki kutupta işler böyle yürüyordu. Çin, şeffaf olmayan finansman yöntemleri ile şirketlerini fonlarken ABD inovasyon projeleri ile ölçek ekonomisi yaratarak şirketlerinin büyümesi için uygun zemini yaratıyordu. Türkiye’yi ziyaret eden ABD eski Başkan Yardımcısı Al Gore, otomobille evine giderken radyoda internetle ilgili bir programı dinledikten sonra ABD’nin hukuk mevzuatını online mecraya taşımayı düşündüğünü ve 2000 yılına giderken atılmasını sağladığı bu adımın .com patlamasına zemin oluşturduğunu anlatmıştı. Daha sonra bu internet şirketleri başka bir patlama ile tarihe karışsa da ABD’yi dijitalleştiren kadroların oluşmasını sağlamıştı.
2012’de Türkiye İhracatçılar Meclisi’nin (TİM) düzenlediği İnovasyon Haftası etkinliği için Türkiye’ye gelen Kenneth Morse, Al Gore’a matematik öğreten kişi olduğunu söylerken bu tür şirketleri ortaya çıkaracak finansman modeli için iyi bir tüyo veriyordu. Benim modere ettiğim toplantıda son oturumun konuğu olan Morse, salonda arkalarda oturan gençleri öne çağırarak “Bu lacivert elbiseli kişilerin arasında oturun ve onlarla tanışın. Girişimcilik hata yapmaktır ve kendi girişimlerinizi kurmadan önce hatalarınızı bu kişilerin yönettiği şirketlerde yapmanız daha iyi olur” demişti. Tırnak içinde kullansam da bunlar hatırladığım kadarıyla aktardığım ifadeler. MIT Girişimcilik Merkezi eski genel müdürü ve dönemin ABD Başkanı Barack Obama’nın danışmanı olan Morse, bunun için basit bir gerekçe açıklıyordu: O lacivert takım elbiseli kişilerin yönettiği şirketlerin, girişimcilerin yaptığı hataların neden olduğu kaybı karşılamak için daha fazla kaynağa sahip olduğunu anlatıyordu.
Günümüzde borsada işlem gören şirketlerin piyasa kapitalizasyonlarının ulaştığı nokta, teknoloji şirketlerinin kendilerinin yeni teknoloji şirketlerini fonlayabileceği bir dünyayı ortaya çıkarmış durumda. CEO’su Jensen Huang’ın lacivert takım elbise yerine motosikletçi ceketi ile gezdiği NVIDIA Open AI’a 100 milyar dolara varan yatırım yapacağını açıklıyor. Bu yatırımın yeni veri merkezi yapısı oluşturma ile bağlantılı olarak yapılacağı açıklanıyor.
Bizim melek yatırımcıdan VC’ye kadar uzanan alanda konuştuğumuz ve Tombalak’ın da hızlandırma ve ölçeklendirme programında konuştuğu konularla benim anlattıklarım bağlantısız gibi görünebilir. Ancak maddiyata egemen olanın maneviyatı da belirlediği bir dünyada yaşamamız ve buna bağlı olarak tek hâkim iş dünyası felsefesinin bulunması, benim anlattıklarımla Tombalak’ın teknoloji şirketlerini bankalarla daha yakınlaştırıp finans dünyası-teknoloji dünyası hizalanması yaratma çabası aslında birbirini tamamlıyor. Sonuçta yatırımı doğru noktaya yöneltme işi söz konusu ve bunu yapmak için parayı ihtiyacı karşılayana yatırmak geçerli yöntemi oluşturuyor. Yani Highlander filminde tanımlanan türden bir dünyanın kuralı işliyor yani “Sadece biri var olabilir.” Bu da büyük sermayenin ve ölçek ekonomisinin belirlediği kurallar oluyor.
Reel sektör ve bilişim sektörü farklı bakıyor
Buraya kadar olanları anlatma sebebim, Türkiye olarak hem büyük sermayeyi hem de ölçek ekonomisini yaratmamız gerektiğine işaret etmekti. Bu noktada devam ederken bunu başarmadaki beceriksizliğimize değinmem gerekiyor. ABD’nin hukuk mevzuatını online dünyaya taşıma işini uydurarak yarattığı bilişim şirketleri yığınının bir benzeri, bizim ölçeğimizde bunun dengi olan MERNİS ya da e-devlet kapısı projesinden çıkmadı. Neden?
Bunun tarihçesini ve ekonomisini benden daha iyi bilenler mevcut; anlatması onlara düşer ama benim açımdan karar vericilerin bu belgelerin kağıtta saklanmasına oranla dijital ortamda saklanmasının daha ucuza geleceği önermesinden ikna olmasının yarattığı bir sonuçsuzluk söz konusu. Bu durum tespiti, kağıda dayalı arşivlemenin yerine dijital sistemlere yatırım yapılmasını sağlıyor ancak yeni sistemin fayda sağlayacak şekilde kurgulanmasını sağlamıyor. Bunun sonuçlarını bütün işlevlerin bir araya toplandığı ancak süreç tabanlı olmadığı için ancak uzman düzeyinde bilgi sahibi olanların kullanabildiği bu sistemlerde örneğin emeklilik işlemlerini yapmak için girdiğinizde tek tek servisleri bulup kendi sürecinizi yaratmanız gerekiyor. Halbuki doğru akışın, bir kişi girdiğinde uçtan uca bütün süreci tamamlamasını sağlayacak şekilde kurgulanması gerekirdi.
Bu yaklaşım, her yeniliğin fayda değil, maliyet odaklı olarak masaya yatırılmasına neden oluyor. Bu da zaten parası olmayan ülkede değerli işler yapan değerli şirketlerin ortaya çıkmasını engelliyor.
Bunları yazdıktan sonra, iki bakış açısı arasındaki farka işaret etmek istiyorum ki, bu konu açıklık kazanabilsin.
TÜBİSAD’ın bakış açısı
Scale-up yani hızlandırarak ölçek kazandırma programının ilk mezunlarını verdiklerini ve bu sekiz şirketin yatırım almaya hazır olduğunu ifade eden TÜBİSAD’ın başkanı Mehmet Ali Tombalak, kendi bulunduğu yerden şu bakış açısını ortaya koyuyor:
“Türkiye, bölgenin en güvenli, en yetkin ve en ölçekli ülkesi. Bu potansiyeli marka şirketler yaratmak için kullanmalı, yatırım yapılandan yatırım yapılabilene, yani küresel ölçekte büyüyebilen scale-up şirketlerine yönelmemiz gerekiyor. Bugün bir unicorn başarı hikâyesiyle övünmek kıymetli olsa da ülkemizin ihtiyacı onlarca, yüzlerce scale-up ve yüz milyonlarca dolar ihracat yapabilen teknoloji şirketleridir. TÜBİSAD olarak raporlarımız, programlarımız ve mentörlerimizle bu vizyonu destekliyor, tüm paydaşları Türkiye’nin teknoloji alanındaki kaderini değiştirecek bu yolculuğa ortak olmaya davet ediyoruz… Önceliğimiz her zaman ülkemizin dijital dönüşüm yolculuğuna somut katkı sağlayacak; teknoloji üreten, istihdam yaratan, ihracatı artıran ve uluslararası rekabette Türkiye'yi güçlendiren başlıklar oldu. Teknolojide rekabet avantajı, neyi içeride tutup, neyi dışarıdan en iyi ortaklarla yapacağını bilmekten geçiyor. Biz artık sadece bireysel başarıya değil, birlikte büyüyen ve güçlenen bir ekosisteme yatırım yapıyoruz. Geleceğimiz, ölçeklenebilen şirketlerimizin sayısı ve etki alanıyla doğrudan bağlantılı. Scale-Up Programı ile girişimcilik ruhunu korurken sürdürülebilirliği odağa aldık, Türkiye’nin teknoloji ekosistemini geleceğe taşıyacak bir dönüşümü başlattık.”
Biz de bu mahallenin insanları olarak bu doğru bakış açısını alkışlıyoruz. Üstelik scale-up programının ilk dönemi ile ilgili değerlendirme de gözlerimizi yaşartıyor: “Scale-Up Gelişim Programı’nın ilk dönemi, Türkiye’deki teknoloji şirketlerinin böyle bir programa gerçekten ihtiyaç duyduğunu ortaya koydu. Program kapsamında yaklaşık 400 scale-up ile webinarlar, fiziksel buluşmalar ve başvurular aracılığıyla temas kuruldu. Katılımcı firmaların en çok faydalandığı destek mentörlük olurken, fiziksel buluşmalar da büyük beğeni topladı; ikinci dönemde hem mentör ağı güçlendirilecek hem de bu buluşmaların sayısı artırılacak. Programa ilk dönemde 60 firma başvurdu, ikinci dönem 150’den fazla başvuru hedefleniyor. Katılımcılar özellikle yurt dışına açılım ön araştırmaları ve masaüstü hazırlıklarda gelişim sağlarken, yatırımcı karşısında ürün değil, şirket anlatımı üzerine kazandıkları deneyimler de programın en değerli kazanımları arasında yer aldı. Programın ikinci döngüsünde, hedeflenen tekil firma sayısı bine ulaşarak ekosistemde ölçeklenebilir ve sürdürülebilir büyümeyi destekleyecek fırsatlar daha da artırılacak.”
Ankara Ticaret Odası (ATO) bakışı
Süper ancak başka bir bakış açısını buna eklemeden büyük resmi anlamamız mümkün değil. 25 Eylül’de bu sözleri sarf eden Tombalak ve programın önemine ilişkin değerlendirmeyi yapan TÜBİSAD, muhtemelen yan mahalledeki bakış açısından haberdar değildir. Nasıl Bir Ekonomi gazetesinin 26 Temmuz 2025 tarihli sayısının manşeti “E-fatura, KOBİ’ler açısından ciddi yük oluşturuyor” şeklinde. Haberin spotunda Ankara Ticaret Odası Başkanı Gürsel Baran’a atfen “ATO Başkanı Baran vergi ve muhasebe sistemlerinin dijital ortama taşınmasıyla uzun vadede işletmelere tasarruf ve verimlilik sağlansa da uyum maliyetlerinin yüksekliğine dikkat çekerek ‘dijital vergi hizmeti ücretleri için üst sınır’ talep etti” spotu yer alıyor.
Haberin en ilgi çekici bölümü kutuda yer alan “e-Fatura fiyatı, basılı faturadan yüksek” bölümü: “Dijital fatura yaprağı olan kontör fiyatlarının çok kısa sürede, yüzde 800-900’lere varan oranda artırıldığını aktaran Baran ‘Üyelerimiz, maliyetlerin yükselmesi nedeniyle yaşadıkları sıkıntıları gerek yüz yüze, gerekse komite kararlarıyla ifade ediyor. e-İrsaliye ve e-faturada kontör ücretinin hem alış hem de satış sırasında iki işletmeden de ayrı ayrı kesildiği belirtiliyor. Maliyetlerin aşağı çekilmesi gerekirken ne yazık ki tam tersine daha da yükseliyor. e-Fatura fiyatı, basılı faturadan daha yükseğe mal oluyor.”
Modelin tıklanma noktasını buradan görebilirsiniz. Mevzuatla zorunlu hale getirilen bir uygulamanın fiyatı sekiz dokuz kat yükseltiliyor ve böylece uygulama otomatikman fayda odaklı değil maliyet odaklı değerlendirilen bir şeye dönüşüyor. Bir yandan zaten seve seve buna geçmek zorunda kalacak kitleye ya kapat ya öde deniliyor. KOBİ’lerin sahibinin hayatının bir parçası olması ve kapatılmasının o kadar kolay olmaması, bu zorlama için gereken cesareti veren bilgi olmalı. Diğer yandan tavan talebi de bu işleri yapan şirketlerin asla yatırım yapılabilir kabul edilmeyeceği bir yatırım ortamı yaratmaya aday. Türkiye’de kurguladığımız sistemlerin makus talihinin yeni bir göstergesi.
Oysa ki, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın ABD Başkanı Donald Trump ile Beyaz Ev’de yaptığı görüşmenin tamamını izlerseniz, Trump’ın gümrük tarifelerinden elde ettiği 31 milyar doları çiftçilere destek için kullanacağını söylediğini fark edersiniz. Trump, mealen, uyguladığı gümrük tarifesi politikalarının uzun vadede çiftçilere fayda sağlayacağını ancak ilk aşamada karşılaşacakları zararı gümrük tarifelerinden elde edilen gelirle telafi edeceğini söylüyor. Trump’ın bu kadar övdüğü Erdoğan’ın da bu soruna çözüm bulması ve ülkesine fayda sağlaması eşyanın tabiatına uygun olacaktır.
Tabii dijital sistemlerin bazı sıkıntıları da olabiliyor. Gazetenin binasına gittiğimde şans eseri karşıma çıkan bu sayı uygulamada yüklü olmadığı için Baran’ın sözlerinden bilgim olmamıştı. Tam da TÜBİSAD toplantısının ardından gazeteye gittiğimde karşıma çıkması; söz uçar, yazı kalır sözünü hatırlatıyor. Belki başka bir keramet de vardır. Benim gibi gazeteyi uygulamadan takip edenler ve TÜBİSAD için bu önemli haberi burada bir kez daha aktarıyorum:
“Dijital vergi uygulamalarına geçiş sürecinin KOBİ’ler açısından ciddi bir maliyet yükü oluşturduğuna işaret eden Ankara Ticaret Odası (ATO) Başkanı Gürsel Baran, yeni bir düzenleme yapılmasını istedi. Baran, ‘Vergi ve muhasebe sistemlerinin dijital ortama taşınması, uzun vadede işletmelere tasarruf ve verimlilik sağlasa da uyum maliyetlerinin yüksekliği KOBİ’ler açısından ciddi bir yük oluşturuyor. e-Fatura başta olmak üzere, dijital hizmetlere makul bir üst sınır getirilmesi sistemin benimsenmesine katkı sağlayacaktır” açıklamasını yaptı. 2022, 2023, 2O24 veya 2025 yılları itibarıyla brüt satış hasılatı 3 milyon lira ve üzeri oları işletmelerin e-fatura sistemine geçmeleri gerektiğini, 31 Aralık 2025’e kadar vergiler dahil 3 bin lirayı geçen ticari işlemlerin, bu tarihten sonra, tutarı ne olursa olsun e-arşiv fatura ile belgelendirilmesi gerekeceğini hatırlatan Baran, sistemin işletmelere getirdiği yüklerin ATO üyelerince de şikayete konu olduğunu dile getirdi.”
Benim bildiğim KOBİ’ler tek kişi ya da az sayıda insan ile çalışıyor ve asıl sorunları beyanname vermek ya da muhtasar ödemek için vergi dairesine gittiklerinde dükkanı emanet edebilecekleri birinin olmaması ve bu nedenle iş kaybına uğramaları. Buna çözüm getirmesi gereken e-defter ve e-fatura uygulaması da artık emtialaşmış bir servis. Bir dönem bu işi yapan şirketlerin çoğalmasını ve gelecek vaat ettikleri için satın alınmasını sağlayan uygulama, sonrasında kurumsal kaynak planlaması (ERP) şirketleri tarafından bile sunulan bir modüle dönüşmüştü. Bu kadar harcıalem hale gelip emtialaşan bir uygulamanın pahalı kaçması garip bir durum ve konunun taraflarının buna neden olan ekonomik sorunları çözmekle sorumlu olduğunu düşünüyorum.
Üniversite yıllarımdan kalan bakışım
Bunun yapılamamasının sonuçlarını geçmişteki Mavi Kart-otobüs bileti örneği ile anlatıp kapatayım. Üniversite yıllarımda ben Mavi Kart satın alıyordum. Parasını babam veriyordu ve aylık kart ile bir ay boyunca toplu taşıma araçlarını kullanabiliyordum. İTÜ’ye gidip gelmek için üç gidiş üç dönüş altı biletlik harcamam oluyordu ama bu önemli değildi çünkü Mavi Kart ve üzerine her ay alıp yerleştirdiğim kupon kağıda basılıydı. Yani 78-80 bilet ücreti karşılığında sınırsız hizmet satın alıyordum. Ailelerinden haftalık ya da günlük alan arkadaşlarım ise, otobüs bileti almayı tercih ediyorlardı. Böylece ellerinde kendilerine harcayacak daha fazla para kaldığını düşünüyorlardı. Üstelik dolmuşa ya da minibüse binme hovardalığına da paraları kalıyordu. Ben otobüsten başkasını tanımıyordum. Onların ulaşım maliyeti sadece okula gidip gelme noktasında bile –aynı sayıda araç kullananlar için- benimkinin bir buçuk katıydı. Gezme tozma ile birlikte iki-iki buçuk katı buluyordu. Belki daha da fazlası vardı.
Mavi Kart kullanmamın İETT’ye de bir faydası vardı. Bilet mali karşılığa sahip bir değerli kağıt olduğundan bunun basılması, dağıtılması ve toplanıp imha edilmesi gerekiyordu. Bu aşamaların her biri bir maliyet kalemiydi ve toplayıp imha edilme en anlamsız yükü oluşturuyordu. Bu maliyetten kurtulmak için akıllı birileri, biletlerin atıldığı kutuları metale çevirip bileti atıldığı kutuda yakarak imha etmeyi düşündüler. Mavi Kart kuponunun üzerinde geçerli olduğu ay yazılıyordu ama biletlerde böyle bir bilgi yoktu. Zaten olamazdı da… Millet bileti satın alıp ileride kullanmak için cebine ya da cüzdanına koyuyordu. Ben İETT’yi bir Mavi Kart kullanıcısı olarak bu bileti toplama ve imha etme maliyetinden kurtarıyordum. Ama yerinde yakmanın tek maliyeti bu değildi. Kutunun içindeki ateşleyici kuru biletleri tutuşturuyordu ama yazın cepte terden nemlenen ve kışın yağmurda ıslanan biletler için bu o kadar kolay değildi. Bazen otobüs yanıyor gibi bir duman çıkıyordu. Buna önlem olarak bilet kutularına takılan baca sistemi de çoğunlukla çözüm olmuyordu.
Sonra önce Akbil ve arkasından İstanbul Kart’ın çıkmasıyla bütün bu sorunlar sona erdi. Bu sadece benim için geçerli bir durum değil, İETT’nin de sorunları ortadan kalktı. Kredi kartları ile de sağlanan entegrasyon isteyenlerin karta gerek duymadan kredi kartı komisyonunun da ödeyerek daha yüksek maliyetle seyahat etmesine olanak tanıyor. Ben hala tahterevallinin diğer tarafında yer alan bir Mavi Kart kullanıcısıyım. Bazı aylar, bayram ve ekstra tatilleri ya da ev işleri nedeniyle dışarıya çıkmadığım günleri hesaplayamadığım için zarar ettiğim de oluyor ama onları İETT’nin zamanında öğrenciyken bana sağladığı olanaklara sayıyorum. E-defter ve e-fatura sisteminin böyle tasarlanması durumunda başarılı olacağını düşünüyorum.