Artık sahnede sadece üretim odaklı yöneticiler var; stratejik vizyon geliştiren, anlam üreten, markalara yön tayin eden figürler birer birer çekiliyor.
Avrupa otomotiv endüstrisi, içinden geçtiği yapısal dönüşüm kadar sessiz bir liderlik krizine de sahne oluyor. Tam yeni Futurama atılımını başlatmak üzereyken Renault CEO’su Luca de Meo’nun 15 Temmuz’da görevinden ayrılacağını açıklaması, bir çağın sembolik sonunu temsil etti.
Son altı ayda Carlos Tavares, Wayne Griffiths ve şimdi de De Meo gibi üç stratejik liderin sektörden çekilmesi, Avrupa’daki üretici yapının yalnızca ekonomik değil, zihinsel olarak da yorgun düştüğünü gösteriyor.
Artık sahnede sadece üretim odaklı yöneticiler var; stratejik vizyon geliştiren, anlam üreten, markalara yön tayin eden figürler birer birer çekiliyor. Tavares’in ardından Stellantis’in başına gelen Antonio Filosa, Seat ve Cupra’da üretim direktörü Markus Haupt’un CEO yapılması, Nissan’da Makoto Uchida yerine Ivan Espinosa’nın getirilmesi gibi tercihler, vizyonu değil istikrarı önceleyen bir döneme işaret ediyor.
Bunlar kriz zamanlarının “güvenli” ama düşük enerjili seçimleri. Oysa Çinli markaların hızla Avrupa’ya nüfuz ettiği, jeopolitik dengelerin sertleştiği bu dönemde sektörün ihtiyacı olan şey; kararlılık kadar esneklik, operasyonel akıl kadar hikaye anlatıcılığı…
Luca de Meo’nun Renault sonrası Kering Grubu’na geçişini, yalnızca bir kariyer değişimi değil, bir kültürel geçiş gibi okumalıyız… Birçok otomotiv uzmanının yorumladığı gibi; De Meo bu kararla belki de otomobilin artık Avrupa’da toplumsal bir meşruiyeti kalmadığına, otomobilin bir sembol olarak sona erdiğine kanaat getirmiş olabilir. Çünkü sembollerin yerini sayılar, kültürün yerini regülasyonlar aldı. Otomotiv, politikacılar tarafından umursanmıyor, bürokrasi tarafından sterilize ediliyor. De Meo’nun çok yorulduğu ve motivasyonunu yitirmeye başladığı bu yapının içinde artık mücadele etmemeye karar vermesi, kişisel bir tercihten çok endüstriyel bir kırılmayı yansıtıyor.
Peki geriye kim kaldı? Global ölçekte sektörün siyasal ve üretimsel zorluklarına yanıt verebilecek donanımda yalnızca bir isim öne çıkıyor; Hyundai’nin küresel operasyonlarını yöneten Jose Munoz!.. Trump döneminde bile büyük cesaretle Washington’a kafa tutmuş, Amerika-Çin hattındaki tüm politik gerilimlere rağmen üretim yatırımlarını başarıyla sürdürmüş bir lider… Avrupa’nın; teknik ve politik karmaşasında, Avrupa otomotivinden gelen liderlerin aksine, hâlâ aktif, cesur ve hesap verebilir nitelikler taşıyan Munoz’un duruşuna sahip profillere çok ihtiyacı var.
Bu arada; De Meo’nun ardında bıraktığı tablo küçümsenemez. Renault Grubu, 5 yıl öncesinde onun göreve geldiği dönemde 8 milyar Euro zarar açıklamıştı. 2024’te ise 4,2 milyar Euro ile tarihinin en yüksek kârını elde etti. Renaulution stratejik planıyla hem Renault hem de Alpine, yeniden ayağa kalktı. Cupra’nın Seat’tan ayrılıp başlı başına bir marka haline gelmesi, onun markalaşmadaki ustalığını gösterdi. Tüm bu başarılar, şimdi François-Henri Pinaut’nun sahibi olduğu Kering gibi moda devinin radarına girmesini sağladı. Avrupa borsaları da bunu teyit etti; Renault hisseleri De Meo’nun ayrılığıyla %6’dan fazla düşerken, Kering’in hisseleri %8’e yakın yükseldi.
Ama asıl mesele şu: De Meo’nun ayrılığı, sektördeki diğer yöneticiler için de bir sinyal olabilir. Avrupa Birliği’nin otomotiv sektörüne yönelik gönülsüz yaklaşımı, sürekli değişen regülasyonlar ve siyasi destek eksikliği, artık bu kadar ağır sorumluluğu taşıyacak liderlerin motivasyonunu törpülüyor. De Meo’nun ACEA başkanlığından istifası da, bu bıkkınlığın açık göstergesiydi.
Otomotiv sektörü sadece üretimle değil, kültürle var olur. Vizyoner liderler, bu kültürü yeniden inşa edebilen, geleceğe dair bir anlatı kurgulayabilen kişilerdir. Bugün Avrupa, üretim yapabiliyor; fakat yeniden yeni hikayeler yazabilecek mi?.. Süper kreatif liderler de gidince, bu endüstriyi asıl taşıyan düşünce gücünün yerini boşluk kaplamıyor mu?