“Kodlar karar verir ama sadece kalp pişman olur.”
İnsanlık, belki de tarihindeki en radikal eşiklerden birine dayanmış durumda. Yapay zekâ sadece işleri devralmıyor, kararlarımızı, duygularımızı ve hatta insan olmanın anlamını da dönüştürüyor. Kodların gölgesinde, insanlık kendine yeni bir tanım arıyor. Bu dönüşüm, sürdürülebilirlik retoriğini de genişletiyor. İnsanın zihinsel, duygusal ve etik varlığının sürdürülebilirliği de önümüzde artık kocaman bir mesele olarak duruyor.
Algoritmik sınıfın yükselişi!
Yapay zekânın işgücü piyasasına etkisi keskin olacak. Bunu artık net olarak biliyoruz. McKinsey'in 2025 raporuna göre, yapay zekâ teknolojileri yalnızca üretkenliği artırmakla kalmayacak, aynı zamanda küresel ekonomiye yıllık 4,4 trilyon dolara varan katkı sağlayacak.
Özellikle Hindistan gibi ülkelerde çağrı merkezlerinin otomasyonu hızlandı. Burada işlerin yüzde 80’i artık yapay zekâ destekli sistemlerle yürütülüyor. Aynı süreç ABD ve Avrupa’da finans, hukuk, müşteri hizmetleri gibi ‘beyaz yaka’ alanlarda da yaşanıyor. ABD’de yargıçlar, hukuki kararlarında ChatGPT önerilerini kontrol aracı olarak kullanmaya başladı.
Bu dönüşüm, Pierre Bourdieu’nün ‘kültürel sermaye’ kavramını bir anlamda tersine çeviriyor. Artık bilgiye sahip olmak değil, algoritmaları verimli şekilde kullanabilmek avantaj sağlıyor. İnsan emeği hem fiziksel hem de bilişsel düzeyde kenara çekiliyor. Bunun yerine ‘algoritmik sınıf’ yükseliyor: Algoritmaları yazanlar, veriyi yönetenler, sistemleri optimize edenler…
Eğitim de yapay zekâya teslim!
Yapay zekâ hayatın her alanına girerken, eğitim de bundan nasibini alıyor. Güney Kore, yapay zekâ destekli dijital öğretmenleri ilköğretime entegre edeceğini duyurdu.
Kritik bir nokta var. Bu yalnızca bir pedagojik model değişimi değil, otorite ve güven ilişkilerinin dönüşümü. Öğrenci artık öğretmeni değil, algoritmayı referans aldığında sınıf içindeki ‘insani ve kültürel bağ’ ne olacak? Eğitim sadece algoritmaların yönettiği, veriye dayalı ‘öğrenme optimizasyonu’ mudur?
Dijital dostluklar, algoritmik yalnızlıklar!
Yapay zekâ destekli dijital arkadaşlık uygulamaları 2025 itibarıyla dünya genelinde 70 milyonu aşkın kullanıcıya ulaştı. Replika, Character.AI gibi platformlar artık yalnızca birer sohbet uygulaması değil; romantik ilişkiler, psikolojik destek ve duygusal bağ sunan ‘dijital partner’ olarak konumlanıyor.
İşte tam da burada, Sherry Turkle’ün meşhur sözü aklımıza geliyor: “Yalnız ama beraberiz.” Bu ifade, dijital çağın çelişkili yalnızlık deneyimini özetliyor. Her an bir şeylerle bağlantı hâlindeyiz. Ama bu bağlantılar giderek daha yüzeysel, daha kırılgan ve çoğu zaman tek yönlü. Artık ilişki kurma pratiğimiz, karşılıklı bir bağ kurmaktan çok, yanıt alınabilen bir etkileşimden ibaret.
İnsani duygular, artık birer hizmet olarak ‘dışarıdan’ temin edilebilir halde. Duygusal destek, anlayış, onay, hatta aşk bile yapay zekâ arayüzleri üzerinden abonelik mantığıyla sunuluyor. Giderek yalnızlaşıyoruz. Ama bunu bile algoritmalara ‘outsource’ ederek yönetilebilir hale getirmeye çalışıyoruz.
Daha mı özgürüz, yoksa daha mı esir?
Yapay zekâ destekli sistemler yalnızca tavsiyeler üretmiyor, karar alışkanlıklarımızı biçimlendiriyor. Ne yiyeceğimizden hangi haberi okuyacağımıza, hangi diziye başlayacağımızdan kiminle konuşacağımıza kadar kararlarımız aslında bize ‘öneriliyor’!
Bu noktada Hannah Arendt’in “insan eylemi” kuramı derin biçimde yankılanıyor. Arendt’e göre insan, yalnızca çalışan ya da düşünen değil, karar alan ve sorumluluk üstlenen bir varlıktır. Politik eylem ve ahlaki öznellik, kişinin kamusal alanda özgür iradesiyle hareket etmesiyle mümkündür. Fakat, eğer karar alma süreçleri giderek algoritmalara devrediliyorsa, bu durumda artık etik bir özne olmaktan ne kadar bahsedebiliriz?
Arendt, eylemi özgürlüğün gerçek alanı olarak tanımlar. Ancak biz bugün eylem yerine seçimler ile tatmin olma eğilimindeyiz. Bu seçimler de aslında algoritmalar tarafından çerçeveleniyor. Yani özgürlük, gerçek anlamda eylemden değil, önceden hesaplanmış ‘algoritmik seçenekler’ arasındaki tercihlerden ibaret hale geliyor.
Yeni sürdürülebilirlik hedefi: İnsan anlamının korunması
Geleneksel sürdürülebilirlik söylemi, çevre, ekonomi ve toplum üçlüsüne dayanır. Ancak yapay zekâ çağında bu üçgenin merkezine ‘anlam’ da eklenmeli. Çünkü bugünün en büyük krizi, insanın işlevini değil, varlık gerekçesini sorgulamasıdır.
Eğer, üretimi yapay zekâ yapıyor; hizmeti robotlar, duygusal desteğiyse algoritmalar sunuyorsa…Ve eğer bilgi, veriyle; dostluk, diyalog simülasyonuyla; karar, öneriyle yer değiştiriyorsa... O hâlde insan neyle var olacak?
Sonuç: İnsanın yerini teknoloji alır mı?
Yapay zekânın yükselişi insanlığa yöneltilmiş yeni ve radikal bir çağrı. Bu çağrıya verilecek yanıt sadece teknolojik değil, ahlaki, toplumsal ve varoluşsal boyutta olmak zorunda.
‘İnsanı insan yapan nedir?’sorusunun cevabı ne algoritmalarda, ne de veri setlerinde saklı. Cevap, insanın kırılganlığında, başkasının acısını taşıma kapasitesinde, anlam yaratma arzusunda. Ve belki de en çok, düşünmenin kendisinde.
Yapay zekânın gelişimi durdurulamaz olabilir. Ama insanlığın buna karşı alacağı pozisyon, nasıl bir uygarlık olacağımızı belirleyecek.
Bu nedenle, sürdürülebilirliğin yeni sorusu artık aynı zamanda şu olmalı: Kendimizi ‘insan’ olarak nasıl sürdürebiliriz?