İklim değişikliğinin etkileri tarım sektörünü her geçen gün daha fazla tehdit ediyor. En ağır yükü ise küçük çiftçiler ve mevsimlik tarım işçileri taşıyor. Gıdayı bir hak olarak gören ve yerel üreticiyi merkeze alan bir yaklaşıma her zamankinden daha çok ihtiyaç var. Gıda egemenliği perspektifi; adil, demokratik, ekolojik ve iklim krizine dirençli bir gıda sisteminin inşasında kritik bir rol oynuyor.
“Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), 2025 yılının ilk bitkisel üretim tahminini açıkladı. Bu ilk tahmine göre meyvelerde 7 milyon ton, tahıllar ve diğer bitkisel ürünlerde (yem bitkileri hariç) 4,1 milyon ton ve sebzelerde 600 bin ton kayıp var.” Bu rakamları dünkü gazetemizin manşetinde, yazarımız Ali Ekber Yıldırım imzalı haberde okudunuz… İklim değişikliğinin etkileri tarım sektörünü her geçen gün daha fazla tehdit ediyor. En ağır yükü ise küçük çiftçiler ve mevsimlik tarım işçileri taşıyor. Yüksek girdi maliyetleri, düşük satış fiyatları, kaynaklara erişim kısıtları ve güvencesiz çalışma koşulları bu kesimleri savunmasız bırakıyor. Yerel üreticiyi merkeze alan bir yaklaşıma her zamankinden daha çok ihtiyaç var. Boğaziçi Üniversitesi Ekonomi Bölümü Öğretim Görevlisi Prof. Dr. Fikret Adaman ve İzmir Planma Ajansı’nda araştırmacı olarak görevine devam eden Dr. Duygu Avcı tarafından kaleme alınan çalışma, bu noktada gıda egemenliğinin önemini ortaya koyuyor. “Gıda egemenliği perspektifi; adil, demokratik, ekolojik ve iklim krizine dirençli bir gıda sisteminin inşasında kritik bir rol oynuyor” diyen akademisyenlerin değerlendirmeleri şöyle:
Çiftçiler, yüksek girdi fiyatları ve düşük satış fiyatları arasında sıkışmış durumda
“Küçük çiftçilerin ve mevsimlik tarım işçilerinin, iklim değişikliği ve ekolojik sorunlar karşısındaki kırılganlığının temelinde, toprak, su ve tohum gibi kaynaklara erişimlerinin ve bu kaynaklar üzerindeki denetimlerinin sınırlı olması yatıyor. Piyasa için üretim baskısı altında en yüksek verimi almaya çalışan küçük üreticiler, yoğun girdi kullanıyor. Ancak bu girdileri piyasadan temin ediyorlar ve fiyatları üzerinde hiçbir kontrolleri bulunmuyor. Benzer şekilde, ürünlerini satarken de fiyatı büyük ölçüde tüccarlar, doğrudan alım yapan süpermarketler ya da şirketler belirliyor. Yüksek girdi fiyatları ve düşük satış fiyatları arasında sıkışan üreticiler, geçimlerini sağlamakta zorlanıyor. Bu nedenle, iklim değişikliğinin etkilerinden korunmak için önlem almak, örneğin sulama yatırımı yapmak gibi adımları atacak ekonomik imkâna sahip olamıyorlar. Üstelik iklim koşullarına bağlı olarak üretimde azalma yaşanırsa, geçim şartları ağırlaşıyor; kimi zaman üretime devam etmek bile mümkün olmuyor.”
Mevsimlik işçiler, ciddi sağlık riskleri ile karşı karşıya
“Mevsimlik tarım işçileri açısından ise durum çok daha ağır. Türkiye’de tarımsal üretimde emeğin büyük bölümünü mevsimlik işçiler oluşturuyor. Soframıza gelen neredeyse her gıda ürününde, özellikle meyve ve sebzede, onların emeği var demek abartı olmaz. Ancak mevsimlik işçiler çok düşük ücretlerle, güvencesiz, sağlıksız ve tehlikeli koşullarda çalışıyor. Barınma ve yaşam koşulları son derece kötü; sosyal haklara erişimleri ise neredeyse yok.”
Toprağın bir yatırım aracına dönüşmesi engellenmeli
“Bu sorunların temelinde, 1980’lerden itibaren küresel ölçekte uygulamaya konulan neoliberal tarım ve gıda politikaları yatıyor. Bu politikalar, tarımı ve gıdaya erişimi piyasa mantığı doğrultusunda yeniden düzenlemeyi hedefl edi. Neoliberal ya da şirketleşmiş gıda rejimi dediğimiz bu düzen, serbest ticaretin yaygınlaşması ve ihracata dayalı tarımın teşvik edilmesiyle şekillendi. Küçük çiftçilerin ve mevsimlik işçilerin yaşam koşullarını iyileştirmek, iklim değişikliği karşısındaki kırılganlıklarını azaltmak içinse farklı bir yaklaşım gerekiyor. Öncelikle, tarım topraklarına ve kırsal müştereklere, enerji, maden ya da konut projeleri için el konulmasından vazgeçilmesi şart. Toprağın bir yatırım aracına dönüşmesi engellenmeli; çiftçilerin dış girdilere bağımlılığı azaltılmalı; tarımsal ekosistemlerin dayanıklılığını artıran üretim yöntemleri teşvik edilmeli. Ayrıca üreticilerin kooperatifl eşmesinin ve diğer özerk örgütlenmeleri desteklenmeli; yerel gıda sistemleri güçlendirilmeli; tarımsal bilgi ve teknoloji üretimi ile yayımı, şirketlerin tekelinden çıkarılmalı.”
Daha adil ve dirençli bir sistem
“Gıda egemenliği yaklaşımı benimsenerek daha adil ve dirençli bir gıda sistemi kurulabilir. Gıdayı üreten, işleyen, dağıtan ve tüketenleri sistemin merkezine yerleştiren bu yaklaşım; gıdanın adil bölüşümünü, ekolojik sürdürülebilirliği ve toplumsal dayanışmayı esas alır. Bu çerçevede, tarımsal üreticilerin, gıda işçilerinin, tüketicilerin ve yerel toplulukların, tarım ve gıda politikalarında söz sahibi olması büyük önem taşır. Yerel üretim ve kısa tedarik zincirleri desteklenir; yerel bilgi ve becerilerin korunup geliştirilmesi sağlanır. Gıda egemenliğine giden yolda atılacak ilk adım ise, gıdanın bir hak olarak tanınmasıdır. Gıda hakkı, herkesin gelir düzeyinden bağımsız olarak sağlıklı ve besleyici gıdaya düzenli erişimini güvence altına alır ve bu sorumluluğu devlete yükler. Bu sorumluluk, aynı zamanda yoksullukla ve gelir eşitsizliğiyle mücadele de içerir. Nihai hedef ise, toplumların sağlıklı, kültürel olarak uygun, ekolojik olarak güvenli ve sürdürülebilir yöntemlerle üretilmiş gıdaya erişim hakkını ve kendi tarım sistemlerini belirleme yetkisini tanıyan gıda egemenliğinin hayata geçirilmesidir.”
■ Tarım ve gıda politikaları demokratik bir şekilde belirlenmeli
“Gıda egemenliğini hayata geçirebilmek için kullanılabilecek pek çok politika aracı var. Toprak reformu, gıda piyasalarının kamu yararına regüle edilmesi ve kent ölçeğinde gıda konseylerinin kurulması bunlardan bazıları. Yerel ve ekolojik üretim, kamu alımları yoluyla desteklenebilir. Üretici kooperatifl eri teşvik edilebilir, katılımcı bitki ıslahı programları uygulanabilir, okullarda ücretsiz bir öğün yemek sağlanabilir. Tarım sektöründe çalışanların, özellikle de mevsimlik işçilerin yaşam ve çalışma koşullarını iyileştirmek için sosyal güvence sistemleri güçlendirilmeli; iş bulma ve ücret belirleme süreçleri dayıbaşılık gibi güvencesiz yapılardan çıkarılarak kamusal sorumluluk haline getirilmelidir. Ayrıca, bu işçilere sağlıklı barınma alanları sunulması ve sağlık ile eğitim hizmetlerine eşit erişimlerinin sağlanması kritik önemdedir.”