Vergi yükünün nasıl paylaştırıldığı ve düşük emekli maaşları elbette eleştirilebilir ama “maliye politikası yeteri kadar sıkı değil; bu nedenle enflasyonla mücadele zorlaşıyor” yargısı doğru değil.
Önemli sorunlarla boğuşmak üzere bir ekonomi programı tasarlıyorsanız ezber iyi bir şey değil. Analiz gücüne pranga vuruyor. Oysa iyi bir tasarım için zihinleri bu prangalardan kurtarmak gerekiyor. “Maliye politikası yeteri kadar sıkı değil. Bu nedenle enflasyonla mücadele zorlaşıyor.” Tırnak içine aldığım bu sözlerle ya da benzerleri ile sık sık karşılaşıyoruz. Bu yargının günümüzde enflasyonu düşürmek açısından karşılaşılan sorunlar arasında olduğunu düşünmüyorum. Bunu daha önce defalarca belirttim. Yeniden ele almamın nedeni, yaygın ‘ezber’ ile yakın ilişkisi; dile getirenlerin hepsi için olmasa da bir kısmı için ise düpedüz ezberden kaynaklanıyor olması.
Bu ezberin tam tersi 2001’de çok yaygındı. Malum, Şubat’ta kur sistemi çökmüş, kur ve risk primi fırlamış, ekonomi daralmaya başlamıştı. O zamanki ezber –birinci ve ikinci sınıflarda okutulan makroekonomi derslerinde yaygın olarak kullanılan modellerin etkisiyle, “madem ekonomi daralmaktadır, maliye politikası imdada yetişmelidir” şeklindeydi. Yani, “kamu harcamaları artırılmalı ve vergi oranları düşürülmelidir” mealinde gevşek bir maliye politikası önerilmekteydi. Bu yolla düşen yurtiçi talebin ve dolayısıyla GSYH’nin artırılabileceği düşünülüyordu.
O önerilen politika uygulansaydı tam bir felaket olurdu. Çünkü Şubat 2001’den birkaç ay sonra yürütülen kamu bankalarını kurtarma operasyonu sonucunda kamu borcu patlamıştı (o zamanki GSYH’nin yüzde 105’ine ulaşmıştı), bütçe açığı çok yüksekti ve küresel finans merkezlerinden durumun sürdürülebilir olmadığına dair raporlar yağıyordu. Türkiye’nin risk primi temelde bu nedenle 1100 baz puana ulaşmıştı. O koşullar altında bütçe açığını ve kamu borcunu daha da yükseltecek bir politika, hem kuru hem risk primini hem de borçlanma faizlerini göğe sıçratır, GSYH’yi daha da fazla düşürürdü. Açık ki sorunu daha da ağırlaştıracak bir ekonomi politikası sorunu çözemezdi. O dönemde bu nedenle mali disiplin ve faiz dışı bütçe fazlası dillere pelesenk oldu. Risk priminin ve borçlanma faizlerinin düşürülmesinin olmazsa olmaz koşullarıydı çünkü.
Buradan çıkan bir diğer sonuç şu: 2001 krizinden sonraki ortamda tasarlanan ekonomi politikası ağırlıklı olarak para politikasına dayansaydı, yine çuvallamıştık. Zira sorunun temelinde sürdürülemez maliye politikası ve kamu borç dinamiği ile bozuk bir bankacılık sektörü vardı. Bu iki temel sorunu çözmeden salt para politikası ile başarılabilecek hiç bir şey yoktu. Disiplinli ve güven veren bir para politikası tasarımı olmazsa olmazdı ama o koşullarda asla yeterli değildi.
Şimdi günümüze geleyim. Program başladığında durum ne? Karmakarışık düzenlemelerle, KKM (kur korumalı mevduat) ile ve yoğun döviz satışları ile kontrol edilmeye çalışılan bir döviz kuru. Enflasyonun çok altında bir faiz. Açıklanan enflasyon istatistiklerinin sağlığı açısından çok yaygın biçimde dile getirilen şüpheler. Seçim ekonomisi nedeniyle artan bütçe açıklarının, bir de büyük depremin hasarını onarmak için yapılması zaruri olan kamu harcamaları nedeniyle kontrolden çıkma ihtimali. Merkez Bankası’nın bağımsızlığının fiilen kalkmış olması. Buna karşılık sağlam bir bankacılık sektörü ve GSYH’ye oranla oldukça düşük bir kamu borcu (yüzde 28,5). Ek olarak da 2017 sonunda zirveye çıkmış dış borç-ihracat oranının belirgin biçimde düşmüş olması. Bu son üç olumlu unsurun törpülemesiyle 2001’e kıyasla daha düşük ama saydığım önemli olumsuz unsurlar nedeniyle de hâlâ çok yüksek (Mayıs 2023’te 550-700 baz puan aralığında dolaşan) bir risk primi.
Bütçe açığı 2024 sonunda GSYH’nin yüzde 4,7’si düzeyinde tutulabildi
Dikkat ederseniz, programın başlangıç koşullarında sürdürülemez bir borç dinamiği yok (kamu borcu çok düşük). Sadece kontrol altına alınması gereken bir bütçe açığı var. Seçim ekonomisinin hasarı giderilecek ama üç yıllık bir dönem için deprem harcamaları nedeniyle bütçe açığı yüksek (GSYH’nin yüzde 4-5’i düzeylerinde) olacak. Bunun için (seçim ekonomisi uygulaması kalktıktan sonra) kamu harcamalarının düşürülmesi falan gerekmiyordu. Bütçe gelirlerini artırmak açısından yapılabilecekler vardı: Siyasi tercihe bağlı olarak, öncelik, kamu-özel işbirliği projelerinden bütçeye gelen yüklerin azaltılmasına ve özellikle yüksek gelirli gruplardan daha fazla vergi alınmasına verilebilirdi ya da ne pahasına olursa olsun gelirler artırılmaya çalışılabilirdi. Sonuçta -önlem alınmasaydı- bazı uzmanlarca GSYH’nin yüzde 10’una ulaşabileceği tahmin edilen bütçe açığı 2024 sonunda GSYH’nin yüzde 4,7’si düzeyinde tutulabildi. 2025’te daha da düşük bir düzeyde gerçekleşecek. Faiz dışı bütçe ise dengeye doğru gidiyor. Deprem harcamaları çıkarılırsa açık ki daha düşük bir bütçe açığı ve daha iyi bir faiz dışı denge var.
Kıssadan hisse şu: Maliye politikasının sıkılığı açısından bir sorun yok. Vergi yükünün nasıl paylaştırıldığı ve düşük emekli maaşları elbette eleştirilebilir ama “maliye politikası yeteri kadar sıkı değil; bu nedenle enflasyonla mücadele zorlaşıyor” yargısı doğru değil. Enflasyonun arzulanan eğilimi izlemiyor olmasının nedeni o değil; özetlediğim başlangıç koşullarındaki önemli olumsuz unsurların bir kısmına gözlerini kapayan bir tasarım ve zaman içinde yargı sistemimizin yarattığı ek riskler.