Bir denizci şarkısıyla başladı her şey… Derken Joyce’un Dublin’ine, o tanıdık durgunluğa, o kıpırdayamayan ruh hâline vardık sanki… Bahar dışarıda çiçek açarken, içimizdeki ağır hava bazen geçmişten bugüne sessizce sızıyor.
Tarih öncesi çağlarda müziğin, zor işleri yapan insanların birlikte çalışırken ortak hareket etmeyi kolaylaştırdığı için ortaya çıktığı söylenir… Ne kadar doğru bilmiyorum… Belki de bu anlatı, iş birliğine duyulan derin ihtiyacın bir yansımasıdır. Geçtiğimiz günlerde Instagram’da vakit öldürürken karşıma çıkan bir video bunu hatırlattı bana. Yurtdışında bir restoranda, bir grup yaşlı adam —muhtemelen emekli denizciler— bir masanın etrafında oturmuş, bir çeşit “heyamola” söylüyorlardı. Şarkının ritmi, bir zamanlar aynı güvertede kürek çekenlerin uyumuna benziyordu.
Gemilerin bayrakları farklı olsa da tüm denizlerin, okyanusların, küçük su yollarının denizcilerinin kültürü neredeyse aynı… Dilleri değişse de o ahenkli bağırışlar, birlikte yol almanın kadim bilgisini taşıyor. Müziğin birleştirici gücü, yalnızca tempo tutmakla kalmıyor; aynı zamanda hafızayı da taşıyor. O şarkı beni alıp uzaklara, İrlanda kıyılarına götürdü. İrlandalı denizcilerin söylediği o şarkı, beni bu dünyanın en zor dönemlerinden birinde doğmuş insanlardan birinin hikâyesine taşıdı.
“Gözlerini kapat ve gör”
Biliyoruz ki 1880-1883 arasında doğan kuşak, bu dünyada hem İspanyol Gribi vesilesiyle bir pandemiyi, hem 1. Dünya Savaşı’nı hem de 2. Dünya Savaşı’nı yaşadı. Neredeyse bizim kuşağa benziyorlar, değil mi? Dünya yeniden çalkalanırken geçmişin kederli tanıklarıyla yakınlaştığımızı hissediyoruz.
Bizim kahramanımız, malum, 1881 doğumlu. Ama bu onun hikâyesi değil…
Bu yazının konusu ondan bir yıl sonra, 1882’de Dublin’de doğmuş bir isme ait.
Bu toprakların ozanı Homeros’un Odysseia destanını 20’nci yüzyılın Dublin’inde sıradan bir günde yeniden canlandıran, modernizmin tartışmasız devi James Joyce’tan bahsediyorum. Onun Ulysses’inden en çok alıntılanan cümlelerden biri “Shut your eyes and see” yani “Gözlerini kapat ve gör.” Bu cümleyi anarak, o büyük yapıtı selamlayalım ve asıl konuşmak istediğim Dublinlilere geçelim…
Joyce’un ilk basılı yazıları 1904’te bir çiftçi dergisi olan The Irish Homestead’ta, bağımsız öyküler olarak yayımlanır. Zamanla birbirini tamamlayan bu kısa öyküler Joyce’un Dublinliler adlı kitabını oluşturur. Bu kitabı yıllar önce okumuştum ama yakın zamanda Konya’ya yaptığım bir yolculuk sırasında tekrar elime aldım. Yanımda İletişim Yayınları’nın 5. baskısı vardı, Murat Belge çevirisiyle… Ne zaman bir kitabı yeniden okusam, daha önce hiç fark etmediğim detaylar çarpar gözüme. Bu sefer de öyle oldu.
felç dönemlerinin sosyal hayatı da felçli…
Günlük hayattan küçük sahneler gibi görünse de Joyce bize aslında İrlanda’da yaşanan derin bir “manevi felç”i anlatıyor. Karakterlerin kararsızlıkları, bastırılmış arzuları, kaçamayan halleri… Bunlar sadece bir dönemin değil, bir ruh hâlini betimlemesi. Son zamanlarda çevremden sıkça duyduğum bir cümle geliyor aklıma: “Eskiden de her şey bu kadar kötüydü belki. Sosyal medya olmadığı için bilmiyorduk.” Belki de gerçekten öyleydi. Ya da belki de “eski” dediğimiz o zamanlar, bugünkü kadar yıkıcı olduğu hâlde, gündelik hayatın içindeki doğal bir sessizlikle örtülüyordu. Ya da ‘felç’ dönemlerinin sosyal hayatı da ‘felçliydi’.
Joyce’un Dublinliler’inde yer alan 15 öyküde ortak bir duygu olarak sıkışmışlık hâkim. Hikâyeler bir matem evinde başlayan “Kız Kardeşler”le açılıyor ve “Ölüler” adlı öyküyle kapanıyor. Bu bilinçli bir tercih mi bilmiyorum ama kitabın başı ve sonu arasında kurulan bu bağ, Dublin’den kaçmak isteyen karakterlerin ruh hâlini anlatıyor. Bu hikâyeler, artık Dublin’de değil, zamanın Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nda, Paris’te, Trieste’de, Zürih’te yaşayan bir Dublinlinin, yani Joyce’un kendi hikâyeleri. Fiziksel olarak uzaklaşmış ama zihninde sürekli oraya dönüp duran bir ruh hâli bu. Joyce’un karakterleri gibi bizler de bazen kendi şehirlerimizden, hikâyelerimizden, kimliğimizden kaçmak istiyoruz ama kaçtığımız yerin de bir Dublin olabileceğini unutuyoruz.
Ve bazen, tüm bu düşünceleri susturmak için elimizdeki kitabı kapatıp pencereye yöneliyoruz. Mayıs geldi… Bahar geldi… Ve bu yazıyı, Joyce’un ruhunu selamlayan bir şiirle kapatmak istiyorum.
Pencereden dışarı eğil,
altın saç…
Seni şarkı söylerken duyuyorum,
neşeli bir hava!
Kitabım kapalıydı,
Artık okumuyorum,
Ateşin dansını izliyorum,
yerden.
Kitabımı bıraktım,
Odamı terk ettim,
Çünkü seni şarkı söylerken duydum,
Karanlığın içinden.
Şarkı söyleyip duruyorsun,
neşeli bir hava,
Pencereden dışarı eğil,
altın saç.