Antalya’ya vardığımda, yazın son demlerinde güneş hâlâ cömertçe parlıyordu, ancak gölgeler yavaş yavaş uzamaya başlamıştı. Bu şehir, sadece turizmin değil, aynı zamanda kültürün de önemli bir durağı olarak karşılıyordu beni. İş Sanat’ın, Antalya Kültür Sanat (AKS) binasındaki iki özel sergisi için gelmiştim: “İstanbul’un Resmi” ve “Yazan-Çizen Latif Demirci”. Bu sergiler, İstanbul ve Ankara’da yaklaşık 200 bin ziyaretçiye ulaşmıştı ve 19 Ekim’e kadar da Antalya’da sanatseverlerle buluşacaktı. Pazartesi hariç her gün 10:00-18:00 saatleri arasında ziyarete açık olan sergiler, ATSO (Antalya Ticaret ve Sanayi Odası) işbirliğiyle düzenlenmişti.
Sergi salonlarına adım attığımda, kendimi bir müzenin soğuk koridorlarında değil, canlı bir anlatının tam ortasında hissettim. İki katta “İstanbul’un Resmi”, bir katta ise “Yazan-Çizen Latif Demirci” retrospektifi yer alıyordu. Her iki sergi de belleği canlandırma ve kültürel mirası bugüne taşıma amacıyla hazırlanmıştı.
“İstanbul’un Resmi” sergisi, İstanbul’un kendisi kadar karmaşık, zarif ve hüzünlü bir yapıya sahip. Dr. Gül İrepoğlu’nun (mimar, sanat tarihçisi ve yazar; özellikle Osmanlı mimarisi ve İstanbul üzerine çalışmalarıyla tanınıyor) küratörlüğünde hazırlanan sergi, İstanbul’da açıldığında çoğunluğu 20. yüzyıl ortalarına tarihlenen yaklaşık 300 İstanbul peyzajını bir araya getirmişti. Bir yanda Rumeli, diğer yanda Anadolu yakasının ressamlarca yorumlanmış halleri, ziyaretçiye bir şehri değil, âdeta bir ruh halini sunuyordu. Tarihi Yarımada’nın sisli sabahları, Boğaz kıyısındaki yalnız kayıklar, Adalar’ın dingin sessizliği – her tablo, geçmiş bir zamanın sessiz tanığı gibi duruyordu.
Benim İstanbul’da gezdiğim sergiye göre Antalya’daki, mekânın kapasitesi nedeniyle daha az sayıda eseri bir araya getiriyordu. Serginin bir başka katmanı, Gül İrepoğlu’nun Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları’ndan çıkan aynı adlı kitabıydı. İrepoğlu, kitabı sadece eserleri derlemek için değil, İstanbul’un ruhunu bütüncül bir şekilde anlatmak için kaleme almıştı.
Kitapta ve sergide, İstanbul’u tablolarla adım adım gezmek, hayali bir vapur yolculuğu gibi kurgulanmıştı. Tarihi Yarımada’dan başlayarak Galata’ya, Haliç’ten Boğaz’a, oradan Anadolu yakasına geçerek Üsküdar, Salacak, Haydarpaşa, Moda, Pendik, Şile, Bostancı ve Adalar’a uzanan bu rota, şehrin hem coğrafyasını hem de duygusal haritasını çiziyordu.
Sergiyi Gül Hoca’nın rehberliğinde gezerken, ben de kendi hafızamda yolculuk yapıyordum: Fenerbahçe’nin sabah ışığını, Moda’nın hafif rüzgârını, Haydarpaşa’nın taşlarının yankılanan sessizliğini sanki yeniden yaşıyordum. Bu rota, ziyaretçiye İstanbul’un farklı semtlerini tematik olarak keşfetme fırsatı sunuyordu.
Tablolar arasında yürümek, bir kütüphanede gezinmek gibiydi; her resim bir hikâye, her fırça darbesi bir cümle. İstanbul’un resmi, belleğin raflarında saklanan bir şehir romanıydı âdeta. Şehrin çiçekleri, balıkları, sokakları gibi unsurlar, sessiz tanıklar olarak karşımıza çıkıyordu: Bir sokak lambasının altında açan sardunya, sabahın erken saatlerinde kıyıya yanaşan bir balıkçı teknesi, çocukların sesleriyle dolu bir arka sokak. Galata Köprüsü’nün paslı dubaları gibi küçük detaylar, sergiyi sadece büyük manzaralardan değil, gündelik anlardan oluşan bir mozaik haline getiriyordu.
Ve tabii ki, İstanbul’un ışığı... Gül Hoca’nın belirttiği gibi, bu şehirde yaşayıp da o ışığı fark etmemek imkânsızdı, ama onu yakalayabilmek için önce sevmek gerekiyordu. Ressamlar, bu ışığın peşinden gitmişlerdi. Sergiyi gezerken, bir tablonun köşesinde yakalanmış o ışık parçasına bakarken, kendi İstanbul’uma döndüm: Üsküdar’da bir sabah vapurdan inerken yüzüme vuran ışık, Moda’da bir akşamüstü denize düşen gölge. Bu sergi, o anları yeniden canlandırdı ve bana İstanbul’un ışığının, sadece bir fiziksel olgu değil, duygusal bir bağ olduğunu hatırlattı.
İstanbul resimlerinin sergilendiği katlardan bir alta indiğimde, çizginin ustası Latif Demirci’nin dünyasıyla karşılaştım. Yasemin Demirci (Latif Demirci’nin kızı) ile gazeteci-yazar İhsan Yılmaz’ın küratörlüğünde hazırlanan ‘Yazan-Çizen Latif Demirci’ retrospektifi, yalnızca bir sanatçının değil, bir dönemin hikâyesini anlatıyordu. Gırgır dergisinde başlayan yolculuk, gazetelerin köşelerinde süren bir mizah, vicdan ve zekâ serüveni. Yarım asırlık üretimi kapsayan sergi, orijinal karikatürler, yayımlanmış halleri, suluboya çalışmaları ve çizim defterlerini bir araya getiriyordu.
İhsan Yılmaz’ın rehberliğinde sergiyi gezerken, Latif Demirci’nin Canavar Koyun Orhan, Arap Kadri, Muhlis Bey ve Mithat-Mirsat, Press Bey gibi tanıdık karakterleriyle yeniden buluştum. O ince mizah, sessiz eleştiri dolu yüzler, bir toplumun kendine gülümseyerek bakma biçimini yansıtıyordu. Karikatür burada sadece bir sanat değil, bir direniş aracıydı. Demirci’nin çizgileri, bize hem gülmeyi hem de düşünmeyi öğretiyordu. Sanki Demirci, kelimelere ihtiyaç duymadan konuşuyordu. Bu sergi, sadece bir retrospektif değil, bir vicdan arşiviydi. Demirci’nin eserleri, 1970’lerden 2020’lere uzanan Türkiye’nin sosyal ve siyasi tarihini mizah yoluyla yorumluyordu.
Antalya Kültür Sanat’ın duvarları arasında bu iki sergi, birbirine dokunan iki ayrı anlatı gibiydi. Biri şehirlerin şehrini resmediyor, diğeri bir çizerin hafızasını çiziyor – ama ikisi de aynı amacı taşıyordu: Belleği canlı tutmak. Sergiler, sadece sanatseverleri değil, geçmişle bağ kurmak isteyen herkesi çağırıyordu.
Sergi çıkışındaki sohbetimizde, İş Bankası Genel Müdür Yardımcısı Suat Sözen, şunları söylüyordu:
“Antalya gibi turizm açısından çok kıymetli bir şehrimizde, daha önce İstanbul ve Ankara’da gerçekleştirdiğimiz sergilerimizi Antalya Ticaret ve Sanayi Odası iş birliği ile açmaktan büyük memnuniyet duyuyoruz. Tüm Antalyalıları AKS'ye, sergilerimizi ziyaret etmeye bekliyoruz. Tarihi Yarımada’dan Adalar’a İstanbul’un güzelliklerini, manzaralarını, sokaklarını farklı ressamların gözünden bambaşka detaylarla Antalya’da görmenin ilgi çekici bir deneyim olacağına; Latif Demirci’nin hafızalarımızda yer etmiş karakterleri ve eğlenceli çizimlerinin de ziyaretçilerin yüzünde tebessümler yaratacağına inanıyorum. Bu işbirliğinin gerçekleştirilmesindeki destekleri için ATSO yöneticileri ve tüm ekiplerine teşekkür ediyorum. Bundan sonra da bu tür güzel iş birliklerini, farklı merkezlerde, yeni projeler ile hayata geçirmeye devam edeceğiz.”
ATSO Yönetim Kurulu Başkanı Yusuf Hacısüleyman ise ev sahipliğini şu sözlerle ifade ediyordu:
“Antalya Kültür Sanat, bugüne kadar Picasso’dan Andy Warhol’a, Ara Güler’den Mercan Dede’ye uzanan çok özel koleksiyon sergilerine ev sahipliği yaptı. Bu sergiler şehrimizin kültür sanat yaşamına yeni ufuklar açarken, Antalya’yı yalnızca turizmin değil, aynı zamanda sanatın da merkezi haline getirdi. Bugün de bu sergilerin AKS’ta sanatseverlerle buluşmasından büyük memnuniyet duyuyoruz. Antalya Ticaret ve Sanayi Odası olarak bizler, şehrimizin kültür ve sanat hayatını zenginleştiren her projeyi büyük bir değer olarak görüyoruz. Eminim ki bu sergiler, Antalya’ya gelen yerli ve yabancı ziyaretçilerin ilgisini çekecek ve kentimizin uluslararası kültür sanat markasına katkı sağlayacaktır.”
Sergiden çıktığımda, akşam ışığı AKS’ın duvarlarına vuruyordu. İçimde bir İstanbul yankısı, yüzümde Latif Demirci’nin çizgilerinden kalan bir tebessüm vardı. Bu iki sergi, bana bir kez daha hatırlattı ki sanat, sadece görmek değil, hissetmektir. Ve bazen bir tablo ya da bir karikatür, bir şehir kadar derin olabilir. Eğer Antalya’da yaşıyorsanız veya yolunuz düşerse, bu kültürel deneyimi kaçırmayın; hem İstanbul’u yeniden keşfedecek hem de mizahın gücüyle gülümseyeceksiniz.