Futbolumuz yıllardır önemli sorunlarla boğuşuyor.
Sorunları sadece saptamak yetmez, onlara çözüm de getirmek gerekiyor
Ekonomik, finansal, yönetsel, hukuksal, örgütsel ve sportif sıkıntılar Türk futbolunun ayağındaki en büyük prangalar…
Kulüplerimiz kıt kaynaklarını rasyonel kullanamadığı için uluslararası rekabette geride kalıyoruz. Avrupa’da dişe dokunur bir başarıya ulaşamıyoruz.
Süper Lig’de haksız ve dengesiz rekabet gelir dağılımını iyice bozmuş durumda. Bu da rekabetin yapısını ve futbol kalitemizi olumsuz etkiliyor.
Çok önemli yetenek havuzumuz var, bundan yararlanamıyoruz. Var olan yeteneklerimizin yetkinliklerini geliştiremiyoruz. Hep dışarıdan gelecek futbolculardan medet umar durumdayız. Bu nedenle sürekli net dış alım yapan, cari açık veren bir ülkeyiz.
Var olan potansiyelimizi kullanamıyoruz. Ulaştığımız sonuçlar beklenenin çok altında, kimseyi memnun etmiyor. Türk futbolu sahip olduğu yeteneklerinin yetkinliklerini geliştiremediği gibi, yetenekli genç oyuncularımızı da dışarıya göndermek durumunda kalıyoruz.
Kulüplerimiz borç batağında, sürdürülebilir bir mali yapıdan fersah fersah uzaktayız. Kulüpler borçlarından dolayı siyasetin dümen suyuna girmiş durumdalar. Ekonomik, politik ve finansal dış şoklara karşı korunaksız bir kulüp yapılanmamız mevcut. Kulüp yönetimlerine hesap soramıyor, “kol kırılır, yen içinde kalır” anlayışıyla kulüp kongreleri yapıyoruz.
Futbol yapılanmamız fena halde siyasetin etkisi ve güdümü içinde. Türk futbolunu yeni yapılanmaya götürecek, rekabetçi dengesini yükseltip Avrupa ve dünya futbolundan hak ettiği başarıya ulaşmasını sağlayacak bir futbol örgütlenmemiz bulunmuyor.
İşin kötüsü, bunlardan kurtulmaya yönelik ne kulüplerden ne de futbol otoritesinden gelen bir hamle de yok.
Türk futbolu yönetsel yönden Avrupa futbolunun gelişiminin gerisinde kaldı. Hızlı parasallaşmayı yönetebilecek yetkinlikte bir yönetsel yapıya sahip değiliz. Mevcut statüko Türk futbolunu bugüne kadar önemli bir başarıya taşıyamadı. Futbolumuza yön veren futbol otoritesi, futbolumuzun rekabetçi yeteneğini geliştirebilecek ve onu daha yükseğe taşımaktan uzak bir nitelikte. Günü kurtaran kararlarla hareket ediyor ve Türk futbolunun gelecek on yıllarını planlayacak ve yapısal dönüşümü gerçekleştirebilecek bir misyon ve vizyona sahip değil…
Kısacası, bugünkü futbol örgütlenmesi içinde bizim kalıcı ve sürdürülebilir bir başarıya ulaşma şansımız bulunmuyor.
Peki ne yapacağız?
Sorunlarımıza miyopik yaklaşmayan, stratejik düşünen, nitelikli, yetenekli, öngörülü, kurumlara ve kurallara saygılı, hukuk kurallarını tüm takımlara eşit uygulayan, dengesiz rekabete izin vermeyen, dengede rekabeti yücelten ve her şeyden önce kulüp çıkarından daha çok ülke futbolu çıkarını öncelikleyen, dünya ve Avrupa futbolundaki gelişmeleri okuyabilen, liyakatli ve yetenekli kadrolardan oluşan yeni bir futbol yapılanmasına gereksinimimiz var.
İşte tam da bu bağlamda yakınlarda yeni bir kitap yayınlandı. Sevgili arkadaşım, üretken bilim insanı, futbolun içinden gelmiş, yıllardır hem saha içinde hem de saha dışında bu konulara kafa yoran, onlarca makale yazan değerli akademisyen Recep Cengiz “Fair Play Nedir? Ne Değildir? İsimli bir kitap yayınladı. Kitap başlı başına Türk futbolunun yukarıda bahsettiğim sorunlarına çare olabilecek önerileri Fair Play ekseninde inceleyip değerlendiriyor. Bu kitaptan anlıyoruz ki, yeşil sahalarda sık sık tekrarladığımız, futbolun temel mottosu olan Fair Play’i, yaşamın tüm alanlarına egemen kıldığımızda sorunların çok önemli bir bölümünü de halletmiş olacağız.
Fair play nedir?
İngilizce sözlük anlamı ile Fair: Güzel, zarif, hoş, saf, lekesiz, şerefli, dürüst, doğru, adil; Play ise oynamak, hareket etmek, oyun anlamına geliyor. Bu iki sözcük birleştiğinde ise, dünyanın en güzel ve en insani değerlerini içeren bir sözcükle karşılaşıyoruz. İnsan onuru ve erdemini yönlendiren adalet, saygı, dürüstlük, eşitlik, hakkaniyet gibi temel evrensel yaşam değerleri ortaya çıkıyor.
Sporda ise Fair Play: Bir takımın ya da sporcunun, galibiyetten olmayı veya performansının düşmesi pahasına, insani sorumluluk gereği rakibine yaptığı bir jesttir.
Türkçe’de yerleşmiş anlamıyla Fair Play, “adil oyun” olarak nitelendirilir. Kavram olarak, dürüst kalmayı, erdemli olmayı ve normale dönmeyi ifade eder.
İyi insan yaratabilmenin yolu sorunlu insanı, sorumlu insana dönüştürebilmekten geçiyor
Recep Cengiz kitabında iyi insan nasıl yetiştirilir onu anlatmış her satırında. “Sorumluluk bilincini içselleştirip geliştirip aşama kaydederek, daha da önemlisi eğitim, kültür ve etkili iletişimle gönüllere dokunarak” Fair Play’i yaşamın her alanında kullanmayı öneriyor. Tüm sorunların temelinde insan yattığını saptamış. O halde, öncelikle bu sorunlara neden olan “sorunlu insanı” nasıl “sorumlu insana” dönüştürebiliriz arayışında Recep Cengiz hoca…Yani, sisteme zarar veren sıkıntılı ve sorunlu insanı, daha üretken, sorumlu ve iyi bir insana nasıl dönüştürebilirizin arayışına girmiş bu kitabıyla. Çok da iyi yapmış…Bu sorunların çözümü için Recep Cengiz Fair Play felsefesini içselleştirerek toplumsallaştırılmasını öneriyor kural koyuculara…
Tıpkı, Mustafa Kemal Atatürk’ün 1928’de okuduğu “Beyaz Zambaklar Ülkesinde” isimli kitabı Türkçeye çevirterek, tüm görevlilere dağıttırıp kitapta sözü edilen “iyi insanın” yaratılmasını düşlediği, Cumhuriyetin geleceğini oluşturacak iyi nesiller yetiştirmeyi amaçladığı gibi, Recep Cengiz de “iyi insanın” peşine düşmüş. O halde “iyi insan” yetiştirecek hamleler atmalıyız. Bunun için de Fair Play’i toplumsallaştırmaya çalışmalıyız. Fair Play’i insanı ve sistemi dönüştürmede bir manivela olarak nasıl kullanabileceğimizi, kaygılarımızı giderecek şekilde realistik duygularımıza seslenerek anlatmış Recep Cengiz.
Yenilgiyi kabul etmek mi, yoksa kurnazlığa mı başvurmak?
Bir spor karşılaşmasında, “yenilmeyi kabul etmek demek, her şeyi bırakmak, hayata ve spora küsmek, suçlu aramak demek değildir. Yenilgiyi mantık ölçülerinde kabul etmek, sebeplerini araştırmak, hatalarımızla yüzleşmek, doğru anlayışla yeniden mücadeleye başlamanın ön koşuludur” diyor Recep Cengiz. Bu ifade, toplum olarak farkına varmamız gereken bir kültürel olgunluğu da işaret ediyor bize. Çünkü, yenilgi bizim için bir hayat memat meselesine dönüşmüş durumda yaşamımızda. Yenilmeyi bilmiyoruz, hazmetmeye ise hiç istekli değiliz. Hal böyle olunca da, kurnazlığın esaretindeki zeka devreye giriyor ve “ne pahasına olursa olsun, kazanma kültürü” Makyavelizmine düşüyoruz. İşte bu da, tüm kötülüklerin, özellikle de organize kötülüklerin anasını oluşturuyor bir bakıma. Bu olumsuzluk, zamanla içselleşip genelleşiyor, tüm iyi insan olma kodlarımızın değişmesine yol açıyor. Bu nedenle “kurnazlık ile zekanın yer değiştirdiği böylesi kötüye kullanımlarda ahlakın zayıflaması da kaçınılmaz” diyor Cengiz ve devam ediyor “Kurnazlığı zeka yerine koyup ödüllendiren kültürler hiçbir zaman kalıcı başarılara ulaşamazlar.” Ben de ekliyorum: Kurnazlık, iyi insan yaratmanın ve Fair Play’in baş düşmanıdır.
Hesapsız kitapsız her konuda dürüst ve saygılı olmalıyız
Yaşamımızın her alanında hesapsız kitapsız, “her konuda dürüstlükle ve saygıyla kurallara uymak” zorundayız diyor Recep Cengiz. Bunu vurgularken de, Fair Play’i, “etik davranışın da ötesinde, kişisel çıkar ve hırsları bastırarak, yaşamda ve sporda üstün insan ruhunu ortaya koyabilmek” olarak tanımlıyor. Ne kadar çok ihtiyacımız var buna…
Hoşgörüsüz toplumlar kalıcı başarılara ulaşamazlar
Son yirmibeş yılda birey ve toplum olarak birbirimize karşı hoşgörüyü ve saygıyı iyice yitirdik. Karşıt fikirlerin kendisini ifade etme özgürlüğü neredeyse yok oldu. Oysa toplumsal ilerleme ve gelişme sürecinde, fikirlerine katılmasak bile, karşımızdaki insanın fikirlerini anlatabilmesine özgür bir ortam oluşturabilmeli ve bu sayede fikirleri yarıştırabilmeliyiz. Bunu yaparken de birbirimize karşı hoşgörüyle yaklaşabilmek ve onu dinleyebilmek en temel insani bir davranış biçimi olarak karşımıza çıkar. Bu anlamda, hoşgörü çok önemli bir toplumsal zorunluluk… “Hoşgörülü olmak, insanlık tarihinin en yüksek ideallerinden birisi olan alçak gönüllü olmaktır” diyor Doğan Kuban hoca…Recep Cengiz bu cümleyi, “hoşgörünün bulunmadığı yerlerde bilinçsiz, körü körüne bir bağlılık vardır. Bu bağlılıkta zaman zaman saldırganlık ta kaçınılmaz” diyerek, tamamlıyor.
Geride kalan toplumlarda liyakatin yerini sadakat almıştır
Sporda ve yaşamın her alanında ileri olan toplumlarda ilk göze çarpan şey, her işte sorumluluk ve yetki sahibi olan insanların, o işin gereklerini yerine getirebilecek yetkinliklere, yani liyakata sahip olmalarıdır. Liyakatten uzaklaştıkça toplumsal gerileme ve buna bağlı toplumsal çürüme artmaya başlar. Liyakatin yerini sadakat almaya başladıkça, o toplum gerçekliklerden kopar ve toplumsal gerileme filizlenir. Bu ise hayatın tüm alanlarında ulusal ve uluslararası rekabette geride kalmak anlamına gelir. Bu bağlamda Recep Cengiz liyakatin “yasal ve ahlaksal “bir zorunluluk olduğunun altını çiziyor. Liyakatin olmadığı merciiler, toplumu yönlendirmeye başlayınca, doğal olarak yaşamsal kalite kaybı da oluşmaya başlar. Bunu en iyi sosyal yaşamımızda ve spor-futbol örgütlenmemizde yaşıyoruz.
Liyakatsizlik yaşamın her alanında kriz üreten patolojik bir olaydır aynı zamanda. Kriz sporda, ekonomide, politikada, finansmanda, yönetimde, kısaca soluklandığımız her alanda olabilir. Bu kapsamda Recep Cengiz kendine özgü anlayışla krizi de güzel ve emek sahibi olanlardan yana tanımlamış. “Kriz” diyor Recep Cengiz, “ekonomik yönden güçsüz insanlar için alışılmış düzenin dışında sürdürülen yıpratıcı ve çaresiz bir hayattır.” Ne kadar güzel ve özlü bir tanım olmuş…Yani sözün özü, liyakat yerini sadakate terk edince, kriz ilk önce yoksulu vurur diyor Recep Cengiz hoca.
“Toplumsal Fair Play, yaşamın bütününde bir duruş sergilemektir
İyi insanlar, toplumun yararına iyilikler ve güzellikler katarlar. Toplumsal gelişime katma değer sağlarlar. Toplumsal yaşamımızın zenginleşmesine fayda yaratırlar. Bunun için de toplumsal değerleri öncelikleyen insan yaratmak her toplumun en ulvi amaçlarından birisidir. Bunu beceremeyen uluslar yok olup giderler.
O zaman yapılacak tek şey var. O da: yaşamımızı toplumsal Fair Play temelleri üzerinde kurmak ve kurgulamak…Ancak böylece, toplumsal ve bireysel sorunlarımızın üstesinden gelebiliriz. Bu kapsamda Recep Cengiz: Toplumsal Fair Play’i hayata geçirebilmek için toplum yöneticilerinin ve bireylerin; dengeli olmalarını, her halükarda dürüst kalmalarını, hoşgörüsüzlüğü önlemelerini, toplumsal olgunlaşmayı sağlayacak kamusal bilinci kaybetmemelerini, kin, nefret, öfke, saldırganlık ve şiddet gibi insanlığa zararlı acımasız duygulardan arınmış olmak gerektiğinin altını çiziyor. Bunun için de, “insanın yarar ve yargısına uygun olmadığında öncelikli olarak yapılması gereken: Yönetim, felsefe, sosyoloji, eğitim ve kültürün bileşimi olarak toplumsal Fair Play düşüncesinin insan zihninde güçlü bir irade ile anlam bulmasını sağlamak olmalıdır” diyor Recep Cengiz kitabında.
Bu hepimizin özlemi olmaktan çok görevi olmalı derim. Bir insan olarak en çok ihtiyaç duyduğumuz şey, toplumsal Fair Play kültürünün bu topraklarda yeterince yeşermemiş olmasıdır. Bunun en önemli sebebi ise, bugünkü eko-politik sosyal sistemde, toplumdan sorumlu olan insanların kendileri ile sorunlarının bulunuyor olmasıdır. Recep Cengiz konuya ilişkin tezi bu bağlamda, “kendisinden sorumlu olan kişilerin, eğer kendileri ile ilgili sorunları varsa” bu kişilerin toplumsal Fair Play kültürünü oluşturmayacaklarını ortaya koymasıdır.
Sonuçta, ümidimizi yitirmeyelim ve anımsayalım: Ümitsiz durum yoktur, ümitsiz insan vardır.
İyiye, güzel, adil rekabete, kaliteye, insanca yaşamanın gerektirdiği her türlü ortam ve olanağa ulaşabilmek ve bunu kalıcı kılabilmek için iyi insanlar yetiştirmek zorundayız. Sadece iyi insan olmak yetmiyor, dünya insanları yaratmalıyız. Bunun da ilk adımı futbolu delicesine seven insanların yaşadığı bu toplumda, futbolda ve spordaki Fair Play’i, toplumsal Fair Play’e dönüştürerek atabiliriz. “Bir insan değişir, tüm toplum değişir” motivasyonunu önümüze koyalım. Bunu yaparken de, asla vicdanlarımızdan uzaklaşmayalım. Unutmayalım ki, vicdan en büyük yargıç olacaktır bu süreçte. Yeter ki, biz onu öldürmeyelim.
Recep Cengiz’e böylesi bir kitap yazdığı için de sonsuz teşekkürler…