Cumhuriyetimizin 102’nci yıl dönümünde Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşlarını saygı ve minnetle anıyorum...
1920’lerin ilk yılları… TBMM açılmış, Cumhuriyet ilan edilmiş; Türkiye Cumhuriyeti emekleyen bebek gibi… Ama onu koruyup kollayacak hamisi yok, ihtiyaç da duymuyor zaten, kaldı ki böyle bir şeyi istemiyor da. Onu koruyup kollama arzusunda olanların niyetleri kötü, bu topraklarda gözleri var.
İçeride de hainler var. Kendilerinin rahatı için Anadolu’yu başkalarına, başka devletlere bırakmaya dünden razı birileri var.
Cumhuriyet, bir kurtuluş mücadelesinin, bir kurtuluş savaşının meyvesi, emperyalizme bir başkaldırı. Hem de yıllar sonra bile Dünya’ya örnek olmuş bir başkaldırı.
Üzücü olan Türk halkının bir kısmının bu başkaldırıyı ve elde edilen zaferi önemsiz gibi görmesi. Bundan daha üzücü olan ise bu şekilde düşünenlerin sayısının giderek artması.
Bu kendiliğinden olmuyor; birileri bulundukları konuma Cumhuriyet sayesinde ulaştıklarını bile idrak edemeyip sürekli olarak Cumhuriyeti kötülemekle meşgul.
“Cumhuriyet de ne ki!”
Toplumun küçük bir kesiminde eskiden beri zaten var olan, verilen örtülü mesajlarla adeta daha da pekişmesi için gayret gösterilen “Ne var yani bunda, Cumhuriyet o kadar önemli mi ki” düşüncesi son yıllarda giderek daha çok taraftar buluyor.
Birileri herhalde sanıyor ki Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk bu ülkeyi güle oynaya kurdu; zaten cephe bile görmemiş, İstanbul dışına hiç çıkmamış bir Osmanlı paşasıydı! Adeta bir eli yağda, bir eli baldaydı! Yıktı Osmanlıyı, “işgüzarlık edip” Türkiye Cumhuriyetini kurdu! Osmanlı İmparatorluğunu Atatürk’ün yıktığını ve yerine Türkiye Cumhuriyetini kurduğunu düşünenleri mantıklı olmaya çağırsam işe yarar mı acaba:
“Bir Osmanlı paşası, koskoca(!) imparatorluğu yıkıyorsa, demek ki o imparatorluk artık zaten koskoca değildi. Sakın o imparatorluk zaten yıkılmaya yüz tutmuş, hatta yıkılmıştı da elde kalan bir avuç Anadolu toprağını tümüyle kaybedilmek üzereyken geri alıp bir ülke yaratan Atatürk olmasın!”
Cumhuriyete burun kıvıranların çoğu gerçeği bilmiyor ve bunlar için cehalet deyip geçilebilir. Üzüntü veren, gerçeğin böyle olmadığını bildiği halde Cumhuriyeti önemsiz göstermeye kalkışanlar.
Biraz önce de vurguladım; daha acı olan ise bunu yapanlar sahip oldukları koltuklarda Atatürk ve silah arkadaşları sayesinde oturmaktalar.
Mustafa Kemal Atatürk’ün Cumhuriyeti kurana kadar nasıl büyük zorluklar atlattığını, nasıl büyük askeri zaferlere imza attığını zaten biliyoruz. O zaferler geride kaldığında ülke ne haldeydi dersiniz...
Yanmış, yıkılmış, neredeyse tüm varlıklarını kaybetmiş; yoksul bir toprak parçası. Elde avuçta hiçbir şey yok. Yıkılmış Osmanlının borçları da ayrı bir yük. Kaldı ki Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlının borçlarını üstlenmeyebilirdi de. Ama Osmanlının borçlarını da son kuruşuna kadar ödendi.
Dedim ya, “Osmanlı, Türkiye Cumhuriyeti kurulmasaydı zaten yıkılmayacaktı” gibi tuhaf görüşler ileri sürenler çıkıyor. En iyisi onlara Sevr ile çizilen haritaya bakmalarını önermek gerek. Görmek ve bilmek isterlerse tabii ki...
1923’te Türkiye...
Yıl 1923; Cumhuriyet ilan edildiğinde Türkiye acaba ne durumdaydı?
Nelere sahiptik; yolumuz, okulumuz, okuyup yazma bilenimiz, doktorumuz var mıydı, varsa ne kadardı? Birkaç örnek herhalde ne durumda olduğumuzu somut olarak ortaya koyacaktır.
1923’lerde İstanbul’dan Ankara’ya otomobille (o da tabii ki bulunabilirse) ancak 75-80 saatte gidilebiliyordu. Yani üç tam günde!
Bazı kaynaklara göre iki mebus Ankara’dan Erzurum’a 19 günde gidebilmişlerdi, evet 19 günde!
Bildiğimiz anlamda karayolu yoktu, demiryolu azdı ve zaten bizim değildi. Yani ulaşım anlamında müthiş bir zafiyet söz konusuydu.
Sorun yalnızca ulaşımda değildi ki... Türkiye nüfus kaybediyordu. 1914-1915’lerde 16 milyonun üstünde olan nüfus, aradan on yıla yakın zaman geçtiğinde artmak bir yana 13 milyon dolayına inmişti. Üstelik bu azalma, genç ve erkek nüfustaydı. Bunun sebebi tabii ki savaşlardı.
İnsan gücü yönüyle büyük bir zafiyet yaşayan Türkiye, ekonomik varlıklar yönüyle de büyük sıkıntı çekiyordu. Genç ve erkek nüfustaki azalma tarım alanlarının işlenmesinde de sorun yaratmaya başlamıştı. Tarımda kadınlar çalışıyordu.
1914-1915’lerden sonraki on-on iki yıl içinde nüfusla birlikte ekili tarım alanları ve hayvan sayısı da yarıdan fazla azalmıştı.
1926’da tayyare fabrikası yapımına girişiliyor
Türk toplumunda bir kesim, inanılmaz ve mantık dışı bir şekilde, yaşadığı ülkenin kurucu değerleri ve Türkiye Cumhuriyeti ile kavgalı hale geldi, getirildi.
Son yıllarda sürekli olarak Türkiye’nin uzun yıllar boyunca adeta hiçbir şey yapmadığı ileri sürüldü, bu görüş topluma empoze edildi. Toplum bunları “satın aldıkça”, bu hurafeler daha fazlası söylenir oldu.
Cumhuriyetin kuruluşundan yıllar yıllar sonra, Onuncu Yıl Marşındaki “Demir ağlarla ördük Anayurdu dört baştan” dizesiyle bile “kavga” edilmedi mi? “Ne örmesi” diye! O günün şartları göz önüne alınmadan yapılanlar küçümsenmedi mi?
Atatürk döneminde yapılan fabrikalar da pek önemsiz gösterilmeye çalışıldı, hâlâ buna gayret ediliyor. Ne yapılmış; bez fabrikası açılmış, şeker fabrikası açılmış, bunların ne önemi varmış. Çünkü o gün onlara da ihtiyaç vardı.
Hatta cehalet öyle boyuta vardı, vardırıldı ki, Atatürk şapka devrimiyle, sarıkla uğraşırken Almanya otomobil yapıyormuş, biz o yüzden geri kalmışız. Bunu söyleyen cahilin sanayi devrimi ne zaman başladı, Almanya buna ne zaman girişti, o tarihlerde bu topraklarda hüküm süren Osmanlı ne yapıyordu, hiçbir fikri yok tabii ki.
Ayrıca Atatürk döneminde yalnızca bez fabrikası, şeker fabrikası mı açıldı; neler yapıldı, neler…
Kayseri’de eskiden Tayyare Fabrikası olarak bilinen, şimdi daha çok Hava İkmal denilen bir bölge var. Çünkü orada Tayyare Fabrikası ve küçük pist vardı. Bu fabrikanın temelleri ne zaman atılmıştır biliyor musunuz, 1926’da; daha Cumhuriyetin üçüncü yılında...
Türkiye’nin bu uçak fabrikasını kurma girişimi 1925 yılında bir Alman firmasıyla imzalanan anlaşmayla sonuçlandı. Anlaşmaya göre firma fabrikayı 1926 yılında onarım yapabilecek hale getirecek, bir yıl sonra 1927’de de uçak fabrikasına başlanacaktı. Tesis 1926 yılının ekim ayında, Cumhuriyetin ilanından üç yıl sonra açıldı. Ancak Alman firmasının iflası yüzünden uçak imalatı çabaları sonuçsuz kaldı. Ne var ki Kayseri’de o bölge bugün bile Hava İkmal olarak anılır. O geniş alanın önemli bir bölümünün millet bahçesi yapılmak üzere askeriyeden alındığını da belirteyim.
Peki bu fabrika ne zaman ve hangi iktidar döneminde tümüyle kapatılmıştır, bu pek konuşulsun istenmez. Bu fabrikanın kapısına 1952 yılında kilit vuruldu.
Türkiye’nin uçak imal etme girişimi Kayseri’deki bu fabrikayla sınırlı değil. Eskişehir’de de uçak imal edilmiş ve bu uçağın motor ve pervane dışındaki tüm parçaları Kayseri ve Eskişehir fabrikalarında üretilmiştir.
Uçak fabrikası örneğini özellikle veriyorum. Atatürk ve arkadaşları Türkiye’nin kalkınması için öylesine yoğun bir çaba içine girmişti ki, çıtanın o dönem için en yükseğe konulması tercih edilmişti. Yalnızca uçak fabrikası değil, otomobil üretimi için de bir dizi görüşme gerçekleştirilmiş, bir dizi girişimde bulunulmuştu.
Ayrıca Paşabahçe Şişe ve Cam Fabrikası ile Karabük Demir Çelik Fabrikasının temeli de 1930’larda atılmıştı.
Atatürk’e bir ömür yetmedi
Ekonomide yapılanlar, sıraladıklarımın kat be kat üstünde tabii ki. Bunlar yalnızca çarpıcı birkaç örnek.
Aslında ülke öylesine sıkıntı içindedir ki, Atatürk ve arkadaşları nereye el atacaklarını adeta bilemez hale gelmiştir.
Ama her alana, her soruna da el atmışlardır...
Hem de öyle ki Avrupa’ya örnek olacak boyutta el atmışlardır...
Örnek mi, Avrupa kadınlara seçme ve seçilme hakkını bizden çok sonra verdi. Bundan büyük bir adım olabilir mi...
Yeri gelmişken vurgulamakta yarar var. Kendilerine seçme ve seçilme hakkı verilen kadınların (tabii ki bazılarının), bu hak sayesinde belli mevkilere geldikten sonra tutup kendilerine bu hakkı tanıyan Atatürk hakkında ileri geri konuşabilmeleri ancak nankörlük olarak nitelenebilir.
Ulu Önder Atatürk’ün “bir eli yağda, bir eli balda” kurduğu ya da kendisine “gümüş tepsi içinde sunulan” Cumhuriyetten sonra gerçekleştirdiği reformları bir köşe yazısına sığdırmak tabii ki mümkün değil.
Bu yapılanlara bir bakın, biraz düşünün ve bir daha bakın! Atatürk’ün bırakın kazandığı savaşları, bırakın kurtardığı toprakları ve vatanı, bu yaptıklarının bile büyük bir saygıyı ve minneti gerektirdiği çok açık...