Mikromobilite, şehir yaşamının değişen dinamikleriyle birlikte son yıllarda daha sık duyduğumuz bir kavram haline geldi. Artan nüfus, yoğunlaşan trafik ve çevresel sorunlar şehir içi ulaşımda yeni çözüm arayışlarını hızlandırırken, kısa mesafeli ulaşımı mümkün kılan hafif taşıtlar bu ihtiyaca etkili bir yanıt sunuyor. Özellikle bisikletler, elektrikli scooter’lar ve elektrikli bisikletler gibi alternatif araçlar, sürdürülebilir ve pratik çözümler olarak öne çıkıyor. Mikromobilitenin sunduğu potansiyeli kavramak hem bireysel ulaşım tercihlerimizi hem de şehirlerin geleceğini yeniden şekillendirmek açısından kritik önem taşıyor.
Verimli, esnek ve çevre dostu bir ulaşım alternatifi sunmasıyla öne çıkan mikromobiliteye olan talep küresel ölçekte artış gösteriyor. McKinsey tarafından yayımlanan bir araştırmaya göre, 2022 yılında yaklaşık 160 milyar dolar olan pazar büyüklüğünün 2030 yılına kadar 340 milyar dolara ulaşması bekleniyor. Bölgesel olarak incelendiğinde, bu pazarın Avrupa’da 140 milyar dolar, Güney Asya’da 45 milyar dolar, Orta Doğu ve Afrika’da 20 milyar dolar, Çin’de 80 milyar dolar ve Kuzey Amerika’da 35 milyar dolar seviyesine ulaşacağı tahmin ediliyor.
2023 itibarıyla dünya genelinde kullanılan yaklaşık 1,3 milyar aracın büyük bir kısmı özel mülkiyete ait. Yolculukların yüzde 45’i özel otomobillerle gerçekleştirilirken, bu durum şehirlerin zaten sınırlı olan altyapısını ciddi biçimde zorluyor. Aynı araştırmaya göre, Münih’te bir sürücü yılda ortalama 87 saatini, Los Angeles’ta ise 119 saatini trafikte kaybediyor. Özel araçlar, toplu taşımaya ya da paylaşımlı ulaşıma kıyasla çok daha az yolcu taşıdığı için bu tercihler trafik sıkışıklığını ve zaman kaybını artırıyor. Ayrıca, yüksek özel araç sahipliği şehirlerin yapısını da etkiliyor. Kamusal projeler için ayrılabilecek değerli kentsel alanlar otoparklara ve garajlara dönüştürülüyor. Öte yandan, yaygın bireysel araç kullanımı karbon salımını önemli ölçüde artırıyor. Mikromobilite ise park alanı ihtiyacını azaltması, trafik sıkışıklığını hafifletmesi ve emisyonları düşürmesi bakımından önemli avantajlar sunuyor.
Bu nedenlerle şehirlerde paylaşımlı e-scooter ve bisikletlere olan talep artıyor. Tüketicilerin sürdürülebilir ulaşım arayışı ve kullanıcı deneyimini iyileştiren yeni teknolojilerin uygulanmaya başlanması da bu eğilimi destekliyor. McKinsey araştırmasında çarpıcı bir sonuca dikkat çekiliyor. Katılımcıların yüzde 46’sı, önümüzdeki on yıl içinde özel araçlarını farklı ulaşım yöntemleriyle değiştirmeye açık olduklarını belirtiyor.
Ülke bazında değerlendirildiğinde, Çin, Hindistan ve Endonezya mikromobilite için başlıca büyüme pazarları olarak öne çıkıyor. Çin ve Avrupa’da e-bisikletler ve klasik bisikletler daha yaygınken, e-scooter kullanımı Amerika ve Avrupa’da dikkat çekici seviyede. Elektrikli mopetler ise ağırlıklı olarak Çin, Hindistan ve Güneydoğu Asya’da tercih ediliyor. 2030 yılına kadar Çin’in dünyanın en büyük mikromobilite pazarı olması, Hindistan ve Endonezya’nın ise ikinci ve üçüncü sırayı alması bekleniyor. Avrupa’da Almanya, en büyük paylaşımlı e-scooter pazarına sahip. Bu başarının ardında yenilikçi ulaşım çözümlerine açık bir toplum yapısı ve destekleyici mevzuat ortamı bulunuyor. Almanya’ya özgü gibi görünen bu koşullar diğer ülkelerde de hayata geçirilebilir. Burada önemli olan, bu modellerin yerel tercihlerle ve kültürel alışkanlıklarla uyumlu hale getirilmesi. Her ülkenin, hatta her şehrin ulaşım alışkanlıkları birbirinden farklı. Bu nedenle işletmelerin başarılı olabilmesi için bölgeye özgü pazar araştırmaları yapmaları, ihtiyaçlara uygun ürünler sunmaları ve yerel aktörlerle stratejik iş birlikleri geliştirmeleri gerekiyor.
Araç çeşitliliğini yönetmek de işletmelerin dikkat etmesi gereken önemli başlıklardan biri. Farklı türde araçlar sunmak kullanıcıya değer katarken, operasyonel karmaşıklığı da beraberinde getiriyor. Bu gibi durumlarda veri analitiğinin etkin kullanımı kritik öneme sahip. Ayrıca düzenli bakım süreçleri ve yetkin saha ekipleri, sistemin kesintisiz işlemesi açısından olmazsa olmazlardan. Park ve şarj altyapısı da çözüm bekleyen bir diğer alan. Bu kapsamda kamu-özel sektör ortaklıkları kurulması, mülk sahiplerine teşvikler sağlanması, çoklu ulaşım türlerini destekleyen entegre şarj istasyonları ve güvenli park alanlarının geliştirilmesi önerilebilir.
Fiyatlandırma konusunda ise pek çok strateji uygulanıyor. Çoğu işletme, açılış ücreti ve dakika başı kullanım ücretiyle çalışan iki kademeli bir sistem kullanıyor. Bazı firmalar ise yalnızca kullanım süresine göre ücretlendirerek pazarda hızlı büyümeyi ve kullanıcı sadakatini artırmayı hedefliyor. Sabit fiyatlı paket sunan işletmeler de mevcut. Bu modelde kullanıcı, belirli bir ücret karşılığında belli bir süre kullanım hakkı elde ediyor. Özellikle her gün işe gidip gelen kullanıcılar için bu yöntem maliyet avantajı sağlıyor. Mikromobilite uygulamalarının başarılı olabilmesi için tüketicilerin ihtiyaç duyduğu anda ve yerde araca erişebilmesi büyük önem taşıyor. Bu nedenle işletmelerin araç filosunun yanında kapsayıcı ve güçlü bir operasyon ağına da sahip olması gerekiyor. Lojistik ağların etkinliği, servis noktalarının doğru konumlandırılması ve bakım süreçlerinin verimliliği rekabette fark yaratan unsurlar arasında yer alıyor.
Mikromobiliteye yönelik tüketici algısı ülkeden ülkeye büyük farklılık gösteriyor. İtalya ve Çin gibi bu kültürün kökleştiği ülkelerde bu tür taşıtların kullanımı oldukça yaygın. Ülkemizde de mikromobilite taşıtlarının kullanımı giderek artıyor. Kolay muhafaza edilebilmeleri ve düşük maliyetleri bu tercihlerin başlıca nedenleri arasında. Teknolojik gelişmelerin etkisiyle mikromobilitenin günlük yaşamdaki uygulamaları önümüzdeki yıllarda daha da yaygınlaşacak gibi görünüyor.