Geçtiğimiz yılın mayıs ayında yayınlanan yazımda, küresel ölçekte giderek daha fazla dikkat çeken ve çeşitli tartışmalara konu olan derin deniz madenciliği konusunu ele almıştım. Yeryüzünün yaklaşık yüzde 70’ini oluşturan okyanus ve denizler, barındırdıkları kritik minerallerle jeopolitik ve ekonomik çıkarların odağı haline gelmiş durumda. Bu kapsamda sanayi üretiminin hız kesmeden sürdüğü ve dijital dönüşümün hammadde taleplerini artırdığı bu dönemde, su altı kaynaklarına yönelik ilgi kaçınılmaz olarak artıyor.
Derin deniz madenciliği faaliyetleri, teknolojik yeterlilik, çevresel etkiler, uluslararası hukuk, fayda-maliyet analizleri gibi karmaşık ve çok katmanlı sorunlarla doğrudan ilişkili. Bu noktada, geçtiğimiz Nisan ayında ABD Başkanı Trump tarafından imzalanan ve ABD’li şirketlerin derin deniz madenciliği faaliyetlerine resmi olarak izin veren başkanlık kararnamesi, süregelen tartışmaları yeniden uluslararası gündemin merkezine taşıdı. Bu gelişme, küresel deniz altı alanlarının geleceğine dair düzenlemeler açısından yeni soruları beraberinde getiriyor.
Uluslararası sularda deniz minerallerinin çıkarılmasına ilişkin faaliyetler, 1994 yılında Birleşmiş Milletler bünyesinde kurulmuş olan Uluslararası Deniz Yatağı Otoritesi (International Seabed Authority – ISA) tarafından geliştirilen hukuki çerçeveye uygun biçimde yürütülmekte. ISA, ülkelerin münhasır ekonomik bölgelerinin dışında yer alan açık deniz alanlarındaki madencilik faaliyetlerini düzenleme ve denizaltı maden oluşumları üzerinde küresel bir yönetişim mekanizması oluşturma amacını taşıyor. Mevcut durumda açık deniz alanlarında maden araması yapılabilirken, maden çıkarma işlemlerine izin verilmiyor.
ABD Başkanı Trump tarafından imzalanan başkanlık kararnamesi ise, ABD merkezli şirketlerin okyanus tabanından nikel, bakır, kobalt ve nadir toprak elementleri gibi stratejik öneme sahip mineralleri çıkarmasını kolaylaştırmayı ve bu şirketleri uluslararası düzenlemelerin getirdiği kısıtlayıcı prosedürlerden muaf tutmayı hedefliyor. Düzenleme ABD merkezli şirketler için izin süreçlerini hızlandırmayı ve yerel tedarik zincirlerini güçlendirmeyi de içeriyor. Deniz yatağı kaynaklarının haritalanmasının ve lisanslamanın kolaylaştırılması da planlar arasında. Esas olarak bu adım, Çin'in kritik mineral tedarik zincirlerindeki hakimiyetine karşı koymayı ve ABD'nin hem ekonomik hem de ulusal güvenlik çıkarlarını güçlendirmeyi amaçlıyor. Birçok uzman tarafından bu durum madencilik açısından “kritik bir eşik” olarak tanımlanıyor. Bu kapsamda giderek daha yoğun biçimde jeoekonomik rekabete konu olan derin deniz madenciliğinin yeni bir uluslararası kaynak diplomasisinin zeminini oluşturduğunu görüyoruz.
Kararnameyle ilgili dikkat çeken birkaç ana nokta bulunuyor. Uluslararası hukuk kurallarının göz ardı edilmesi olasılığı bunlardan biri. ABD, ISA kapsamında geliştirilen ve deniz altı kaynaklarının paylaşımını düzenleyen Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi’ni (UNCLOS) halen onaylamamış durumda. Dolayısıyla kararname, uluslararası sularda madenciliğe izin vererek uluslararası hukuku ihlal etme endişesi yaratıyor. Küresel tepkiler ise dikkat edilmesi gereken bir başka nokta. Özellikle Çin, Rusya ve Avrupa Birliği üyesi ülkelerin bu tek taraflı adımı desteklemedikleri biliniyor. Bu açıdan ele alındığında söz konusu kararname, jeopolitik gerilimleri artırma ve küresel yönetişimi zayıflatma riski taşıyor. Kararnamenin diğer bir etkisi ise, küresel çapta derin deniz madenciliğini düzenleme çabalarının hızlanması olacaktır.
Deniz minerallerinin tahmini rezerv miktarları oldukça fazla, ancak kesin rakamlar belirsizliğini koruyor. Özellikle petrol, doğalgaz, mangan, demir, bakır, nikel, kobalt, bakır, çinko, kurşun açısından zengin kaynakların olduğu biliniyor. Deniz ve okyanuslardan elde edilecek minerallerin enerji üretiminden elektronik sanayisine, ulaşım teknolojilerinden savunma sektörüne kadar uzanan birçok farklı endüstride kullanımı mümkün. Öte yandan deniz minerallerinin çıkarılmasının çevresel etkileri bir başka dikkat çeken nokta. 30'dan fazla ülke ve çeşitli çevre örgütleri, deniz ekosistemlerine geri dönüşü olmayan zararlar verebileceği gerekçesiyle derin deniz madenciliğine moratoryum çağrısı yapıyor. Okyanus tabanı, hayal bile edemeyeceğimiz zenginliklere ev sahipliği yapıyor. Benzersiz yaşam formlarının bulunduğu bu su altı dokusu milyonlarca yılda oluşuyor. Bu nedenle derin deniz madenciliğinin biyoçeşitliliği olumsuz etkilememesi için gerekli önlemlerin alınması oldukça önemli. Diğer bir görüş ise, bazı minerallerde derin deniz madenciliğinin çevresel etkilerinin aynı kaynakların karadan çıkarılmasına kıyasla çok daha düşük seviyede olduğu yönünde.
Derin deniz madenciliği, günümüz uluslararası ilişkilerinde ülkelerin ekonomik çıkarları ve jeopolitik etki alanları üzerinden yeniden yapılanan çok boyutlu bir mücadele sahasına dönüşüyor. Bu çerçevede değerlendirildiğinde, ABD'nin aldığı karar mevcut uluslararası kuralları zorlayan bir girişim olarak karşımıza çıkıyor. Şu bir gerçek ki, çevresel sürdürülebilirlik hedeflerine ulaşabilmek için enerji dönüşümünde ve yeşil teknolojilerde kullanılan nikel ve kobalt gibi madenlerin üretiminin artırılması gerekiyor. Derin deniz madenciliği küresel liderlik mücadelesinde yeni bir rekabet alanı olarak değerlendirilebilir. İlerleyen günlerde bu mücadele derin sularda da devam edecek gibi görünüyor.